24 Aralık 2008 Çarşamba

çok kısa

- "acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de" cümlesinin "acı çekmek sosis ise, sosisliyiz ikimiz de" cümlesinden daha farklı bir anlam ifşa etmediğine kanaat getirdik.

- "açlıktan ölmek üzere olsan, eceliyle ölmüş arkadaşını yer misin? önce neresini yersin?" sorusu ile ilgili yanıtları bulduk. yenir.

- "donmak üzere olan arkadaşınız eşinizle sevişssin mi?" derseniz; ondan henüz emin değiliz.

22 Aralık 2008 Pazartesi

zaman geçerken..

şey diycem blog,

sence de en güzel yıllarımız pazar sabahları kahvaltıdan hemen sonra trt1 diye garip bir kanalda, uzun, beyaz saçları olan bir adamın programını izlemekle ve boyunlarımızı kesen kolalı, beyaz yakalarımızdan nefret etmekle geçmedi mi?

ben ne diyorum biliyor musun;
şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler, o uzun saçlı adamın programını yeniden, tekrar tekrar izlemekten bıkmaz ve beyaz yakamdan nefret etmeye kaldığım yerden devam ederdim.

zaman, zamanla daha da hızlı akmaya başlıyor ve ben muntazaman geri kalıyor, hazır geri kalmışken geri dönmenin bir yolunu aramaya başlıyorum. bulamıyorum! bulamayınca hevesleniyor, bir tur bekleyip en azından biraz soluklanmak, olan biteni sindirebilmek adına biraz dinlenmek istiyorum ama ne yapıyorsam uzay-zaman sürekliliğini* kıramıyorum.

hani büyüdükçe daha hızlı büyüyoruz,
yaşlandıkça daha hızlı yaşlanıyoruz ya;

hiç sevmiyorum!
böyle de net bir insanım.

*all i know about the space-time continuum, i learned from back to the future!

19 Aralık 2008 Cuma

erkeksin di mi?

peki çirkince bir dişinin dedikodusunu yaparken "dayak kaldırır ama o kız" diyen arkadaşıma "anca dayak kaldırır zaten" demiş olmam ne kadar ayıp?

arkadaşım lan o benim?
şu erkeklik genleri çirkinleştiriyor zaman zaman insanı.

epey güldük gerçi.

nonoş musun lan sen? düzeltmesi: hayır arkadaşım erkeklik genlerim ve pipimle gayet mutluyum. hormonal bir şikayetim de yok çok şükür. anlık bir tiksintiydi bu. geçti.

gabriella cilmi - sweet about me

bak amy mcdonald bir, gabriella cilmi iki. şimdi mümkün mü bu kızcağzın 16 yaşında olduğunu inanmak allahaşkına? amy winehouse bok yesin. -yemediği bir o kalmıştır heralde- gabriella cilmi hem sevimli, hem güzel şarkı söylüyor.

buyrun dinleyin;
gabriella cilmi - sweet about me








hastasıyım.
evlenmem ama uzun soluklu bir birliktelik düşünebiliriz.
selam olsun.

14 Aralık 2008 Pazar

bayram notları

eveeeet, dolu dolu ve eğlenceli bir bayramı daha geride bıraktık. aslında paylaşacak çok şey var bayrama ve bayram tatiline dair ama bir kısmını çoğnulukla sarhoş olduğum için hatırlamıyorum, e bir kısmı da sizi ilgilendirmiyor.

söyleyebileceklerimi şöyle kısaca, kronolojik olarak aktarmak isterim;

- cumartesi: cumartesi gecesi çok alkol almıştık yanılmıyorsam. kayda değer pek bir şey yoktu ama eğlenmişizdir heralde. blue margarita falan içtim. hastasıyım.

- pazar: arife günü sıkıcıydı. alışverişe çıktık. aşıklar'da maç izledik. ben ilk gol gelene kadar lincoln'ün hatay doğumlu olduğunu iddia ettim. arada birimiz "metiin!" diye bağırdı, "kiim" diye cevap verip güldük. gece sıkıldım. çalıştım.

- pazartesi: bu bayram, sonunda kurban kesme hadisesini güzel organize etti aile büyükleri, kurbanımız köyde kesildi, parçalandı. eve servis edildi. rahattı. sürekli el öpmeyle geçen bir günün ardından gece yine çok sıkıldım. sabah 6'ydı çalışmayı bırakıp yattığımda.

- salı: ikinci günü evdeydim. çalıştım. işime aşık olduğuma kanaat getirdim. akşam buğra geldi. bizde birer kahve içip onlara geçtik. biraz film izleyip yemek yedik. evde sıkılınca burak ve kafilesinin yanına zıpladık. yine epey içtik. çağla'larla karşılaşıp ertesi gün için randevulaştık. kimseye asılmadık. eve dönerken buğra arabanın önüne işedi. kokoreç çok kimyonluydu. (gerçi bence değildi de neyse)

- çarşamba: üçüncü günün sabahında prison break izledik. kaçak çay tükettik. bir daha kaçak çay içmemeye karar verdim. bir ara çıkıp çağla ve çağla'yı aldık. murtür[1] içtik. sarışın çağla acayip sarhoş oldu, esmer ayıktı. daraldım. zeus şakamı her ne kadar kimse duymamış da olsa bence süper komikti. gece geç vakitte yine yalnız kaldığımızda gönül kahvesi'nde kötü şakalar yapmakla meşgul olan burak'a uğradık. kahveleri ona soktuk. eve döndük. şu an adını hatırlayamayacağım bir film izledik. eğlenceliydi. sabah ezanıyla birlikte acıktık. bekir usta'ya gittik. enteresan şekilde şişlenmedik. bekir mangala düşen peçeteyi eliyle alınca biraz şaşırdık yalnız ne yalan söyleyeyim. tamamen "ucuz adamlar" konseptli bir geceydi. güldük baya.

- perşembe: dördüncü gün hiçbir şey olmadı! gündüz çalıştım. gece buğra'nın ilkokul arkadaşlarıyla birlikteydik. uzunca bir süre, sonunda ne açılan ne de kapanan herhangi bir parantez olmayan üst üste iki nokta gibiydim. bayram dahilinde alkolün bokunun çıktığı tek geceydi. bir ara beyoğlu'nda fotoğraf stüdyom oldu. bir ara da aşk diye bir şeyin olmadığını iddia ettiler, konsepti beğenince "yok yok yok" diye destekledim. şarkıydı galiba o. beyaz kelebekler kolajımız grup içerisinde takdir görmedi ama bence başarılıydı. onur inanılmaz sarhoştu, güldük. o gece olmayan hiçbir şey normal değildi ama yine de keyifliydi. zarifti.

işi ve istanbul'un karmaşasını özledim. tatil fazla uzundu. gerçi nasılsa çok zengin, dertten tasadan yoksun bir milletiz. biz tatil yapmayalım da kim yapsın?

yatmak bence de bize çok yakışıyor ama gelin geri dönelim,
yeni yıl -özellikle ekonomik açıdan- hiç de kolay geçmeyecek zira..

[1]murtür (as "murat türker"): ilk olarak murat ve türker isimli iki yağız tarafından denendiği iddia edilen votka, pudra şekeri, toz içecek ve jelibondan oluşan bol alkollü içecek. dişiler üzerinde yarattığı ("aa çok tatlı süper", "bu ne be bi büyük votka içerim ben böyle", "shot içildiğine emin misin bunun? su bardağı falan yok mu?") etkilerle meşhurdur. bayılırız.

9 Aralık 2008 Salı

dem

ulan dem* ne güzel albümmüş ya, bi rakı eksik yanında. çok eğlenceli.

*yaşar'ın divane, esirinim ve masal albümlerindeki unutulmaz şarkılarından derlediği akustik albüm, ekim sonunda yayımlandı.

8 Aralık 2008 Pazartesi

bayramlar, bayramlar..

değerli takipçiler, saygıdeğer arama motoru referanslı ziyaretçiler ve canımdan çok sevdiğim aile büyüklerim başta olmak üzere hepinizin -ve hatta hepimizin- kurban bayramını kutluyor, sevdikleriniz -ve hatta sevdiklerimizle- birlikte ütopik mutluluklar, çoşku dolu dokunuşlar (dokunuşlar?) ve çılgın eğlenceler, şen kahkahalar diliyorum.

iyi bayramlar!

edit: hayatımda yazdığım en tırt bayram tebriği olmuş lan bu. komik desen değil, makul desen değil, sade desen değil, devrik, çarık çurpuk bişi yazmışım. güzel yazardım halbuki bayram, yeni yıl tebriklerini falan ben?

6 Aralık 2008 Cumartesi

arog


arog'u izledim. çok güldük ama keşke imkan olsaymış da biraz daha uzun olsaymış film. hikaye biraz yarım kalıyor gibi hissettim şimdi düşününce. spoil etmemek adına detaya inmiyorum, mutlaka izlemelisiniz deyip konuyu kapatıyorum.

edit: aa bu arada dikişlerimi aldırdım bugün sonunda. davullar vursun, zurnalar çalsın! şampanyalar şaraplar gırla gitsin, dikişlerimin alınması tüm yurtta ve dış temsilciliklerde çoşkuyla kutlansın, yer yer ağlayanlar olsun sevinçten!

1 Aralık 2008 Pazartesi

yirmilik çıtır(tı)

tabii sizin dünyadan haberiniz yok; ben haftasonu ailemizin diş hekimi tuğrul ile birlikteydim. perşembe 6, cumartesi 3 saat olmak üzere toplamda 9 saati bulan ve ne yalan söyleyeyim; hiç de hoş sayılmayacak bir takım dental operasyonlar geçirdim. sahip olması gereken açı ile mevcut açısı arasında 90 derecelik fark olan iki yirmi yaş dişimi -kelimenin tam anlamıyla- aldırdım, bir kaç dolgu, temizlik falan yaptırdım.

fazla detaya inip de midenizi kaldırmak ya da içinizi karartmak istemiyorum ama şunu söylemeden geçmemeliyim ki; yirmi yaş dişleri asla ve kata şakaya, ertelemeye gelmiyor. bir yirmi yaş dişinin çıkarken çektirtiği ızdırap yetmiyormuş gibi, çekilirken ya da alınırken çektirdiği ızdırap da yadsınamayacak bir hal alıyor siz boşverdikçe. boşvermeyin.

ağzımın şu anki hali hiç iç açıcı değil. cumartesi gününden beri sürekli çorba içiyor, çay, kahve, alkollü içecekler ve soğuktan uzak durmaya gayret ediyorum. muhtemelen ağzım -her ne kadar sıklıkla gargara yapıyor olsam da- fare leşinden farksız kokuyordur.

yani kısacası;
bu satırları oniki dikişim ve yüzümün sol tarafında bulunan limon büyüklüğündeki şişliğim ile birlikte yazıyoruz. garip bir duygu aslında. ağzında biri var falan.

neyse.
şimdi hem uykum, hem ağrım var yalnız; pazar akşamı deniz otobüsünde kahkahalar atarak "ay dur evladım bi dakka bi dakka bi geçmem lazım bi dakka dur dur" deyip ayağıma basmak suretiyle dengemi bozan ve akabinde de yüzümü kapının kenarına çarpmama vesile olan koca götlü dangalak teyzenin kalıbına sıçma isteğimi dillendirmeden noktalamak istemiyorum kara günlerime ait bu notları. bir deniz taşıtının içinde, ağzında oniki dikiş olan bir insanı kenara atacak kadar önemli ne olabilir ki? şimdi uygun mu şu ortam yolculuğa yani? ha ido? uygun mu?

davay.

28 Kasım 2008 Cuma

kısa kısa..

- bence buzdolabı poşeti bir buzdolabınun içinde kullanılabilecek en pratik ve en süper ürün. keşke plastik olmayanı da olsa.

- sağ ve sol yanlarında açık renkli iki çizgi bulunan siyah puma eşofman altı furyasının başlangıcı ile saçları açık (uçuk) sarıya boyatıp fino satın alma furyasının başlangıcı hemen hemen aynı zaman dilimine tekabül ediyor, adına paris hilton sendromu deniyor.

- paris hilton sendromuna yakalanan dişi kısmı starbucks dışında herhangi bir yerde kahve içmiyor. "beenmiyorm" diyor. dahi anlamındaki de'yi ayrı yazmıyor, gaz çıkardığını inkar ediyor ve dışarı çıkarken üstüne muhakkak ki kendi boyutlarının en az 2 katı büyüklüğünde, yine açık tonlarda bir kürk alıyor. böylece götü donarken ciğerleri sağlam kalıyor. ekseriyetle en çok gözlerini beğeniyor lakin lens kullanıyor. soranlara "opak o" diyor.

- mado'nun hamur işi tatlıları ve dondurmasının ne kadar hastasıysam, sütlü tatlılarını da o kadar beğenmiyorum. sütlü tatlıları yapan bıyıklı adamlar dışarıda kazandibi falan yemiyorlar mı hiç?

- bolu'da bolulu hasan usta yok lan.

- hadise seksi kız. boyu da kısa. bu şartlar altında nikahına girebilirim ama eurovision'da başarılı olma ihtimali düşük. yazık o kadar da çalışıcak.

- adnan polat'ta tam bir dark lord duruşu var. konuşması, tavırları, bakışları falan bildiğin dük. al zorro'da oynat o derece. karizmatik adam. seviyorum.

- profesyonel herhangi bir çağrı merkezini arayıp telefonda sinirlendiğinizde, operatör konu ne olursa olsun mutlaka "ben size yardımcı olacağım" diyor. bu bir tekniktir. yemeyin. bırak lan senden yardım isteyen mi var müdürünü bağla domestik puşt diye çemkirin. hadi puşt demeyebilirsiniz ama mutlaka domestik deyin. şaşırsın.

- astoria'nın karşısında bulunan ve adına bursa'da baba, istanbul'da mantar dediğimiz şeyde geçen gece tam 98 saniye kırmızı yandı. ışığa girdiğimde başlayan şarkı, yeniden hareket ettiğimde bitmişti.

- akademik özel eğitim verme hadisesi keyifli ve tatmin edici bir şey ama acayip sabır istiyor. ben mümkün değil dayanamam artık.

- çelik diye insan vardı ya. kaç şarkısını hatırlıyorsunuz çelik'in?

- gaffur, recep ivedik, burhan altıntop ya da muro gibi karakterlerin şöhretleri çok sürmez. ne zaman ki ekranlardan kaybolurlar, bir anda unutulurlar. kalıcı olamazlar. zaten olması gereken de budur. tutulacaksa karakter değil, oyuncu tutulmalıdır.

- zippo rahatsızlığım olmasa sigarayı bırakabilir miydim acaba?

- bursa insanının kat3 ve malt'a bu denli yoğun talep göstermesini hiç anlayamıyorum. hadi ben her gidişimde karı kaldırıyorum ama adam geliyor bira içiyor, müzik dinliyorum, iç dünyamın dehlizlerinde boğuluyor, dipten kum çıkarıyorum ayağı yapıyor. git evinde boğul lan ne kalabalık yapıyorsun? (döverler bu madde için beni)

- günümüz dünyasında her 6 ayda bir mutlaka check-up'a girilmesi gerekiyormuş. girmeyenler tez ölecekleri gibi acı içerisinde korkunç bir hayat geçireceklermiş. basur falan olucaklarmış hep.

- yatarken klasik müzik dinliyorum bir süredir. henüz canımın sabahları viski istemesi dışında herhangi bir etkisini göremedim. lan hani gelip yalarlardı? hani bir gece için en az 250.000$ teklif ederlerdi? bak dolar da arttı? hani?

19 Kasım 2008 Çarşamba

yine uyuyamıyorum!

bu sabah (dün aslında, salı yani) 9'da kalktım ve gece yarısı 1'e kadar aralıksız çalıştım. hadi kafamın dağınıklığını, zihinsel yorgunluğumu falan geçtim; 13 saat boyunca -tekrar ediyorum- aralıksız olarak monitör(ler)e bakmış bir insanın gece yarısı saat 1.30'da yatıp uyuyamaması neyin nesidir blog? neyin işaretidir? ulan hiç değilse gözleri yorulur insanın, hatır için uyur be.

hayır sıkıntı şu ki bu hadise bir haftadır böyle sürüp gidiyor ve ben yine asla kalkmak istediğim saatte kalkamıyorum. yani gece uyuyamayıp sabah da uyuyamasam sorun yaşamayacağım aslında.

kafamı yastığa koyduğumda düşünecek süper rahatlatıcı ve uyku getirici şeylere ihtiyacım var. yattığım andan itibaren iş güç düşünmeye başlıyorum. onu böyle yapmalı, şunu düzeltmeli, bunu eklemeli, öyle olmaz böyle yapmalı derken bir bakıyorum ki saat yine 02:30 olmuş ve ben yine uyuyamamışım!

yeter lan!

17 Kasım 2008 Pazartesi

ups!

".. ihtimal dediğin uyurken yatağın bir tarafını boş bırakmaktır."

konuşması gerekirken susan ve fakat en konuşmaması gereken anda muhakkak konuşan içimdeki bu adam yoruyor beni zaman zaman.

dilimi eşek arısı soksa yeridir.

13 Kasım 2008 Perşembe

bağırma bana!

bir insana bağırarak "bağırma bana" derseniz, o an bağırmıyor olsa bile bağırmaya başlar. ona göre.

11 Kasım 2008 Salı

portishead:third

portishead 10 yıl aradan sonra, üçüncü albümü olan third'ü yaptı, yayımladı ve hatta dağıttı bile.

albümden henüz haberdar olanların heveslerini kursaklarında bırakmak istemem ama ben beklediğimi bulamadım açıkçası. third büyük açtı gibi. olmamış gibi.

umarım ilerleyen günlerde fikirlerim değişir. gerçi değişmese bile her portishead şarkısı dinlemeye değer değil midir?

amaaan,
bilemedim bi de siz bakın isterseniz.

10 Kasım 2008 Pazartesi

6 Kasım 2008 Perşembe

gecenin listesi

biraz sonra başlayacağım yolculuğu elbette yeni bir playlist olmadan bitirmem mümkün değildi. buğra ile birlikte leziz bir liste hazırladık. gerçi hem eksiği, hem fazlası var ama olsun. böyle de iyidir.

günaydınlar size,
iyi yolculuklar bana.

5 Kasım 2008 Çarşamba

runtime error!

ipod'umdan ne kadar memnunsam itunes'dan da o kadar şikayetçiyim.

sonuna kadar standart, tüm güncelleştirmeleri düzenli olarak yapılmış, orjinal, cillop gibi bir windows xp'de itunes kadar çalış(a)mayan ikinci bir uygulama daha emiinim ki olmayacak.

playlist değiştirmeye korkar oldum ulan?

apple apple gel sikime takıl der giderim.
bıktım be!

edit: yaşasın winamp ipod plugin, yaşasın winamp media library!

sabah gelgitleri

sıkılıyorum. başlayalı yaklaşık 15 gün olan ve en iyi ihtimalle 20 gün sonra bitecek bir tadilat dolayısıyla bir süredir (bir haftadır falan herhalde) bursa'dayım. (yoğurt kabına işediğim günler oldu. üstelik bir defasında taşırdım!) neyse ki yarın bu saatlerde şehir değiştiriyor olacağım.

gittiğin yerde sıkılmayacak mısın dersen;
deme blog. geçer.

neyse.
bursa'da geçen bu son günü biraz olsun çekilebilir kılmak adına bu sabah güne bir kaç küçük değişiklikle başlamaya karar verdim. şimdi gidip kendime sade, sert bir filtre kahve hazırlayacağım. kahvemi içerken sakal traşı olacak, akabinde ise süper bir kahvaltı eşliğinde how i met your mother izleyeceğim. bu sırada güneş yüzünü göstermeye başlayacak, ben de derhal fotoğraf makinemi kapıp sokağa koşacağım!

evet sonunda gün boyu esnemeyi ve uykusuz kalmayı göze aldım. gerçi traş olmaya ve kahvaltı hazırlamaya çok üşeniyorum. dışarıda sesiz bir kahvaltı yaptıktan sonra berbere uğrayabilirim aslında. düşünülebilir bu.

tamam. popomu kaldırdım ve gidiyorum şimdi.
sıkkının zıttı ne olur bilemedim ama onunla geçen günler diliyorum size.

4 Kasım 2008 Salı

koy beni gözlerine

tahmin edebileceğiniz üzere senin aşkın bana şampuan faciası yaşar dinlemeye devam etmeme engel olamadı.

"sence en güzel yaşar şarkısı hangisi?" deseniz muhtemelen tökezlerim ama hayali bir top 3 olsa, aklıma ilk gelen şarkılardan bir tanesi koy beni gözlerine olur herhalde.

eser ile ilgili detayları sözlükten edinebilir, derhal dinlemek için ise aşağıdaki sevimli kutucuğu kullanabilirsiniz.

sevimli kutucuk:










kravatlı amcalara not:
bu muazzam şarkı olur da çalarsa biliniz ki tanıtım amaçlıdır, mümkün değil download edilemez ama olur da edilirse bile 24 saat içinde bla bla bla..

ulan bu sefer de benim yüzümden kapatacaklar blogger'ı..
bu kıyağı babası yapmaz adama. sevildiğinizi bilin.

3 Kasım 2008 Pazartesi

senin aşkın bana şampuan?!

az önce korkunç bir şey fark ettim sevgili ziyaretçi!

yaşar'ın göz yakmayan adında bir şarkısı var ve üstelik bu şarkıyı ajdar, hepsi, serdar ortaç falan değil bizzat yaşar söylüyor!

bak sözlerini yazıyorum, dikkatle oku ve nakarata dikkat et lütfen!

yandığım çok oldu
nazarla göz oldu
birdenbire karşımda
sen diye göz doldu

yaşım da çok oldu
başıma gelen sondu
birdenbire karşımda
dillere söz oldu

her gün yıkanmayan
gözüme ziyan
bana yalvaran
nerede şu an

senin aşkın bana şampuan
ne yüzü ne de gözümü yakmayan


her gün ağlayan
bana yalvaran
gözüme ziyan
nerede şu an

senin aşkın bana şampuan
ne yüzü ne de gözümü yakmayan


ah bir bilsen
ah bir görsen
senin aşkın yarı şaşkın
göz yakmayan


yaşar bu şarkıyı yazarken ne içtiyse aynından istiyorum!

arsenal vs. fenerbahçe

efendim gönüllerimizin şampiyonlar ligi şampiyonu fenerbahçe, 5 kasım 2008 günü emirates arena'da arsenal'ın konuğu olacak.


bu sezon şampiyonlar liginde arsenal ile oynadığı ilk maçı kendi evinde 5-2 kaybeden fenerbahçe'ye ve fenerbahçe camiasına çarşamba günü oynayacakları maç için öncelikle şans (sabır mı demeliydim yoksa) diliyorum.

şimdi fena da sayılmaz aslında, arsenal'ın adebayor, walcott ve sagna gibi üç önemli oyuncusu sakat, bana öyle geliyor ki bu defa kolay kolay 5 atamayacaklar. kendi adıma 2-1 ya da 3-1 gibi net bir skor beklerken, şanlı fenerbahçemizin esas üstünde durması gereken konunun, gerçekleri tarih yazar, tarihi de galatasaray! cümlesinde geçen galatasaray'dan kaç yiyeceği olduğunu da hatırlatmadan geçmek istemiyorum.

youtube var mı bilmiyorum ama günün anlam ve önemine binaen şunu da yenileyip öyle bitirelim;
http://www.youtube.com/watch?v=7hBTKLGV7jc

"şanlı fenerbahçemiz"
hay allah ya ahahaha!

edit: cevabı burda.

mintax!


blog,

neden bilmiyorum ama sabahın bu saatinde, hafif de alkollü bir halde; internet aleminde ne oluyor ne bitiyor, networklerimiz ne alemde, trafiğimiz ne durumda, sunucular hallerinden memnunlar mı falan diye bakınırken aklıma geldi;

- "nasıl becerdin?"
- "mintaxla canım mintaxla, mintaxla canım mintaxla.."

iyi miyim bilmiyorum.

1 Kasım 2008 Cumartesi

yeni bir kasım..

aslında kolay kolay kaybetmem, zinhar vazgeçmem de lakin; vazgeçmeyi de bilmek gerekiyor bazen. işbu sebepten olacak ki, haksızlıkları, söylemek istediklerimi ve hatta söylemem gerekenleri bile susuyorum nicedir. ironik aslında; bir zamanlar susadığın şeyler, günün birinde susma sebebin oluveriyor. hayat.. deyip geçiyor, alışıyorsun bir zaman sonra.

ancak bazen, aradan geçen onca zamana, değişen tüm o şartlara, gidenlere ve hatta kalanlara rağmen yine düğümleniyor boğazın. yine yorgun hissediyor, yine özlüyorsun eskiyi, eskileri ya da eski günleri. şimdi sustuğun o haksızlıkları ve söylemen gerekenleri düşünüyor, haksızlığı haykırıp hakkını istemek geçiyor aklından ama bu defa da asla geri gelmeyecek üçüncü şey; geçen zaman engel oluyor, başladığın yere dönüyorsun.

doğduğum ay olmasına rağmen kasım böyle bir ay benim için. cezalı ağaçlar vardır ya hani askeriyede hep anlatılan; hah işte, kasım da aynen öyle bir ay bence. yeniden sevemiyorum kasım'ı. ne yumuşak renkleri ne de hüznü çekici gelmiyor bana epeydir.

sevmiyorum kasım'ı zira bugün -ajandamdan- kopartılmış her yaprak o ahlaksız kasım'dan bir parça aslında.

sevmiyorum kasım'ı..

24 Ekim 2008 Cuma

bi benjamin linus vardı ya hani..

aşağıdaki ipucu lost izlemeyenleri bağlamayacağı gibi, izleyenler için de spoiler içermemektedir..

tip of the day;
günün birinde the legend of zorro'yu tekrar izlerseniz (hepinizin izlemiş olduğunu varsaydım anlayabileceğiniz üzere) alejandro de la vega abimizin mahpusluğu esnasında parmaklıklara yaklaşan amerikan ajanlarına dikkat edin. bir tanesi tehlikeli olabilir..

22 Ekim 2008 Çarşamba

ben nası kötü adam olucam?

şimdi hemen hepiniz "hadi lan ordan" diyeceksiniz ama ben size göre fazla iyiyim kuzum. hatta herkese göre fazla iyiyim. iyi olmak istemiyorum lan! totoş olucam ben!

iyi olmaktan şikayetçiyim arkadaşım.
kötü, derbeder, gevşek, düzenbaz, sapkın bir adam olmak istiyorum. hatta adam olmak bile istemiyorum bak. (gergin miyim biraz ne)

na buraya yazdım.

17 Ekim 2008 Cuma

bir mutlu yıllar mesajı

bugün, yanılmıyorsam geçtiğimiz sene doğum günümde bana bence birbirimize yalnızca doğum günlerimizde hediye almamız saçma ve samimi de değil, biz birbirimize herhangi zamanlarda da hediye alırız. önemli olan içimizden gelmesi be abi? demiş süper adamın doğum günü.

kendisine geçen seneden ve hatta geçtiğimiz tüm senelerden daha şeker bir yeni yaş dileyeceğim ancak bu defa uzatıp duygu denizinde boğulmayacak ya da cıvıklaşmayacağım. (şaşırtıcı evet!)

gayet resmiyim;
mutlu yıllar!

13 Ekim 2008 Pazartesi

devrim arabaları

16 haziran 1961, ankara.

dönemin cumhurbaşkanı cemal gürsel 29 ekim cumhuriyet bayramında hazır olacak şekilde tümüyle yerli üretim olan bir otomobil imal edilmesini emreder ve bu görevi tcdd işletmesine verir. bu emir, 130 gün içerisinde 20 mühendis ile tasarlanan, üretilen ve yürütülen ilk yerli otomobil olan devrim'in doğuşunun habercisidir.

ya yaparsak!


devrim, mucizevi şekilde 130 gün içerisinde üretilir. üstelik bir değil, iki adet. araçlardan ilki yalnızca türkiye büyük millet meclisi'nin önüne kadar ilerleyebilir (yanılmıyorsam 450-500 metre kadar) ve durur. bu teknik aksaklık karşısında yine tek bir emirle devrim otomobilleri projesi süresiz olarak rafa kaldırılır ancak devrim daha sonra tekrar yürür. hatta ikincisi hala daha yürür vaziyette tcdd'nin eskişehir'de bulunan müzesinde muhafaza edilmektedir ancak bana sorarsanız o 29 ekim günü devrim otomobilleri projesinin rafa kaldırılmasını öngören emirin verilmesi, türkiye için telafi edilemez bir geri adım olarak geçer tarihe.

türkiye'de hiçbir başarı cezasız kalmaz.


ve tam 47 sene sonra, bugün; devrim otomobillerinin dramatik hikayesini konu alan devrim arabaları isimli film, tolga örnek önderliğinde çekildi, vizyon tarihi olarak da 24 ekim 2008 kararlaştırıldı. filmde taner birsel, halit ergenç, sait genay, vahide gördüm, altan gördüm, uğur polat, selçuk yöntem, haluk bilginer ve daha nice kıymetli oyuncu yer alıyor. şahsen merakla beklediğim ve medyaya yansıyan haberleriyle de yakından ilgilendiğim bir film. 24 ekim 2008 günü muhakkak ki izleyeceğim. siz de kaçırmayın derim. hatta emrederim!

"Devrim Arabaları - Ya yaparsak!" (resmi sitesi bu)

2 Ekim 2008 Perşembe

bayram tebriği

her ne kadar bayramın bitmesine 1,5 saat kalmış olsa da;

sevdiklerinizle birlikte şahane bir bayram geçirmenizi can-ı gönülden temenni ettiğimi bilmenizi isterim canlarım.

iyi bayramlar.

28 Eylül 2008 Pazar

bana playlistini söyle..

aslında hemen aşağıda görebileceğiniz blog'u yatmadan biraz önce yazmıştım ama uyuyamadım. (sabahın köründe yatmaktan da ayrıca nefret ediyorum, şikayet edeceğim bilahare onu da) hazır uyuyamıyorken normal koşullarda süper üşendiğim playlist yapma işini aradan çıkartayım istedim, mp3 çalarımı baştan aşağı yeniledim.

bahardan olsa gerek ya da mevsim değişikliğinden belki, şu sıralar pek arabeskim. böyle slow desem değil, dingin desem alakalı bile değil; garip bir playlistim oldu. güzel oldu ama. aşağıda hemen;

poets of the fall - maybe tomorrow is a better day
poets of the fall - carnival of rust
poets of the fall - late goodbye
little big town - bring it home
amy mcdonald - this is the life
amy mcdonald - wish for something more
şebnem ferah - değirmenler
goo goo dolls - iris
gypsy kings - el mariachi desperado
placebo - song to say goodbye
morrissey - let me kiss you (alternatif versiyon: murat kekilli - gel öpem seni)
göksel - benden geçti aşk
him - gone with the sin
him - join me in death
natasha bedingfield - soulmate
mirkelam - unutulmaz
mirkelam - katilimsin (akustik ama)
yüksek sadakat - belki üstümüzden bir kuş geçer
yüksek sadakat - aşk durdukça
portishead ft. moloko - fun for me
portishead ft. massive attack - teardrop
portishead ft. paul weller - wild wood
incubus - love hurts
incubus - dig
craig armstrong - this love
katatonia - for my demons
katatonia - burn the remembrance
keith jarrett - how deep is the ocean (az da olsa caz da dinliyorum alt mesajı)
keith jarrett - round midnight
kreş - yarım kalan şarap
lene marlin - unforgivable sinner
lene marlin - you weren't there
leona lewis - better in time
the smiths ft. morrissey - jack the ripper
kenan doğulu - gelinim (bi bunun bi de mustafa sandal'ın eski şarkılarını seviyorum)
ogün sanlısoy - hadi beni güldür
ogün sanlısoy ft. şebnem ferah - bir ben
porcupine tree - piano lessons
porcupine tree - wedding nails
porcupine tree - trains
tim booth - the dance of the bad angels
grup gündoğarken - gördüğüme sevindim
vega - normal mi sence
vega - mendil
vega - bu sabahların bir anlamı olmalı
yavuz çetin - her şey biter
yavuz çetin - istanbul'a ait
yavuz çetin ft. erkan oğur - dünya
gripin - sustukların büyür içinde
gripin - karışmasın kimseler
the fray - how to save a life
feridun düzağaç - kurumuş ölüyorken
feridun düzağaç - aşk çok uzak
feridun düzağaç - cumartesi
feridun düzağaç - son yaprağıydı güzün
feridun düzağaç - beni unutma
emre aydın - dayan yalnızlığım
dolores o'riordan - ordinary day
dolores o'riordan - ecstasy
coverdale page - take me for a little while (david coverdale & jimmy page)
badem ft. özlem tekin - kalpsiz
avril lavinge - when you're gone
teoman - aşk kırıntıları
maria taylor - xanax
mor ve ötesi - küçük sevgilim
alanis morissette - utopia
anathema - one last goodbye
anathema - fragile dreams
ben moody ft. anastacia - everything burns
the cranberries - linger


liste içerisindeki bazı şarkı isimlerinin bold yazıldığını göreceksiniz. o "dinlemeden ölmemeniz gereken leziz bir eser" demektir ama çok bilinen ve/veya bilmeniz muhtemel olanları işaretlemedim. şaşırmayın.

salınım

az önce şu güzide ortama biraz olsun renk katabilmek, yeni alan adıyla birlikte biraz olsun değişimi yakalayabilmek adına şu sol üstte gördüğünüz (göremiyorsanız ctrl+f5 açar sizi) salınım temalı çizimi yaptım.

üstünde çalışırken gözüme çok hoş geliyordu ama burda biraz ikinci sınıf durdu sanki. pavyon blog'u gibi oldu. ya da bana öyle geliyordur belki, bilemedim. neyse. biraz dursun bakalım, sıkılırsak değiştiririz.

bu arada fark ettiniz mi bilmiyorum, son 24 saattir size karşı fazla ilgiliyim.
hayırdır inşallah..

27 Eylül 2008 Cumartesi

alan adı değişikliği

blog'a bir süredir ulaşamanızın sebebi alan adını www.serbestsalinim.com olarak değiştirmemden başka bir şey değildi. bundan böyle siteye erişirken www.serbestsalinim.com adresini kullanırsanız süper olur. (çok miskinim hiç uzatıcak halim yok)

9 Eylül 2008 Salı

mazeretim var

şimdi tabii iş yoğunluğu, mevsim değişimi, onbir ayın sultanı ve yarın yokolacak olmamız sebebiyle yeterli ilgiyi gösteremiyorum sizlere ama geçici bir dönem olduğunu umuyorum. geçer. sevgiler.

26 Ağustos 2008 Salı

her şey biter!

hepimiz kanser olup ölücez. çok tepkiliyim.

12 Ağustos 2008 Salı

SKNT?

[08:40] her seyin en dogrusunu sen biliyorsun di mi?
[08:40] cogu zaman
[08:40] eminsin yani?
[08:40] gayet tabii
[08:40] nasil emin olabiliyorsun peki?
[08:41] e her seyin en dogrusunu ben biliyorum?
[08:41] oldurmek istiyorum seni goktug
[08:41] bi kahve icip gelicem asagida
[08:42] ggrhh! defol!
[08:42] opuyorum


hayır şunu anlamıyorum;
ben kimseye durup dururken "muazzamım lezizim ben her şeyin en doğrusunu biliyorum" demediğim halde insanlar "göktuğ ne süpersin kaymaklı kadayıf gibisin" ya da "her şeyin en doğrusunu sen mi biliyorsun götoş!?" deyip sonra da tevazu göstermemi, "yok yok bi boktan anlamam ben" dememi bekliyorlar. demeyince suçlu oluyorum. leziz değilim dibim tuttu mu diyeyim? kaymağım yok mu diyeyim?!

hadi lan ordan!

not: başlığın açılımı "sıkıntı" değil..

7 Ağustos 2008 Perşembe

riatalks istanbul

riatalks istanbul8 - 9 ağustos 2008 (cuma, cumartesi) tarihlerinde riatalks tarafından bahçeşehir üniversitesi beşiktaş kampüsünde düzenlenen zengin internet uygulamaları ve web 2.0 konferansı'na katılıyorum. -bu defa konuşmacı ya da anlatıcı değil, doğrudan katılımcıyım.-

takipçilerimiz arasından internet, telekomünikasyon ya da web sektörünü takip eden, olmadı "yani severim tabi" diyenler varsa detaylara riatalks'un sitesinden hızlıca ulaşabilir, fazla geç olmadan katılımcı kayıtlarını yaptırabilirler. tahminlerim samimi ve etkin bir konferans olacağı yönünde.

iyidir yani.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

kahve lekesi

bir şey sorucam.

farz edelim ki ben yeni, beyaz bir gömlek aldım ve aynı gün üstüne kahve döktüm. şekerliydi. nasıl çıkar o leke?

hani olduğundan değil de,
meraktan soruyorum daha çok.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

yavuz çetin - istanbul'a ait

istanbul deyince aklıma geldi, hazır youtube'a da girilebiliyorken -en azından ben girebiliyorken- her daim favori listemde bulunan ve sıklıkla izlediğim yavuz çetin'in istanbul'a ait videosunu tekrar izleyeyim dedim ve hatta izledim bile.

güven erkin erkal'ın rock art programında, eylül 2001'de kaydedilmiş bir canlı performans.



büyük müzisyendin be yavuz çetin..

evim, güzel evim?!

evim neresi hala tam olarak bilmiyorum fakat şükür ki 1 aylık bursa kampımı tamamladım. yarın itibariyle yeni konumum istanbul.

keyifliyim. güzelim.

haaydi.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

ekşi sözlük'ten arındım!


hemen aşağıda söylemiştim ya sözlükten arınmak istiyorum diye, arındım. üstelik beklediğimden çok daha kolay oldu.

bakın şunları sordum kendime;

- entry yazma aşkıyla yanıp tutuşuyor musun?
hayır.

- pazartesi sabahları haftanın en beğenilen entrylerini düzenli olarak takip ediyor musun?
yoo.

- her pazartesi sabahı haftanın en beğenilen entrylerini okumadığında haftanın kötü geçeceğine mi inanıyorsun?
sence?

- aklına durup dururken mesajlarını, başlığını, badi entrylerini ya da yan siteleri kontrol etmek mi geliyor?
neredeyse bir yıldır sözlük yazarı olduğum bile gelmiyordu aklıma.

- ekşi sözlük, komünite olarak üye olmaktan mutlu olduğun bir yapı mı?
asla!

- ekşi sözlük, katılımcıları itibariyle bugüne kadar savunduğun ne kadar değer yargın varsa hepsini baş tacı etmiş sağlıklı ve dejenerasyondan uzak bir ortama mı sahip?
mümkün değil.

- ekşi sözlük'te eğleniyor muydun?
çook.

- ekşi sözlük'te eğleniyor musun?
ı ıh.

- ekşi sözlük yazarı olduğun sürece keyfini kaçıracak insanlarla muhattap olmak zorunda kalacak mısın?
evet yaa..

- artık ekşi sözlük'e login olduğunda manasız bir rahatsızlık hissediyor musun?
kesinlikle!


cevaplar doğrultusunda yapmam gereken şey çok açıktı. önce "acaba bir yıl kafa izni alsam rahata erer miyim?" diye düşündüm ama sonra uzun süreli de olsa geçici bir çözüm olduğuna karar verdim. hal böyle olunca yazdım şifremi, tıkladım "elveda ay, elveda feza" butonuna ve sözlük beni coldplay - the scientist'in şu dizeleriyle uğurladı;

nobody said it was easy
it's such a shame for us to part
nobody said it was easy
no one ever said it would be this hard
oh take me back to the start


ve bitti!
hayatımın hiçbir dönemimde nick olarak kullanmadığım ve açıkçası hiç sev(e)mediğim byron karakterinden kurtulmanın verdiği tazelikle bir sigara yaktım, derin de bir nefes aldım.

ekşi sözlük, 4 koca yıl boyunca bana çok güzel şeyler öğretti, leziz insanlarla tanışmama ve hatta bazılarıyla hayatımı paylaşmama vesile oldu. idari, teknik ve fikri (fikir değil, fikri bak) olarak da her zaman başarılı bulduğum ancak asla kendimi ait hissetmediğim/hissedemediğim bir yerdi; bitti!

şimdi şu byron etiketinden tamamen kurtulmaya yalnızca önceden verilmiş bir iki organizasyon sözü, bir de küçücük bir vefa borcu kaldı.

ekşi sözlük yazarı olmayı özler miyim ya da ekşi sözlük'e geri dönmek için herhangi bir çaba içerisine girer miyim; zannetmiyorum.

peki bundan sonra ne yaparım, neyi; nereye yazarım; bilmiyorum. yalnız bunula birlikte bildiğim bir şey var; artık bir sözlükçü olmadığıma göre ekşi sözlük'ün şu meşhur dejenere ilişki çıkmazlarıyla ilgili bol bol eleştiri yapabilirim. ki yaparım!

geçmiş olsun!

14 Temmuz 2008 Pazartesi

ekşi sözlük'ten arınmak istiyorum

bu cümleyi vaktiyle feridun düzağaç, bir gazeteye verdiği röportaj esnasında kullanmıştı. kendisini çok sevmeme rağmen "hadeleağn" demiştim.

farklı sebeplerden de olsa; kendisini son günlerde çok daha iyi anlıyorum. ben de ek$i sozluk'ten arınmak istiyorum ve fakat beceremiyorum! sinir oluyorum!

şikayetçiyim! çok!

edit: arındım lan galiba..

11 Temmuz 2008 Cuma

hayat bu kadar acımasız olmak zorunda mı?

az önce istatistikleri incelerken dikkatimi çekti, bu hafta içerisinde bir tanesi isviçre'den olmak üzere toplam 9 farklı kişi "hayat bu kadar acımasız olmak zorunda mı?" anahtar kelimelerini kullanarak google üzerinden blogumuzu bulmuşlar. (hadi türkiye'de yaşayan türklerin ve hatta türkiye'de yaşayan herkesin bu soruyu sormasını/soruyor olmasını anlarım da; isviçre'de ikamet eden ziyaretçimizin ruh halini çözemiyorum)

şayet kendileri herhangi bir sebepten ötürü bir defa daha uğrarlarsa ben arayıp da bulamadıkları o cevabı vermek istiyorum müsadenizle;

hayır.
ama zaman zaman olabilir. büyütmeyin, derin nefes almayı deneyin.

lan manyak mısınız oğlum? ne bu tripler allahaşkına ya? bak hele sen isviçreli, hiç yakıştı mı sana? oldu mu hiç?
lütfen.

ekleme;
bir arkadaşım ekolünden olmayan birkaç arkadaşım "neden insanların acılarını taşak malzemesi yapıyorsun? nedir yani, yeryüzündeki hiçbir acı mı çift dingilli değil? sana göre acı dediğimiz şeyin bir kısmı isot, kalan kısmı da 13 yaşında hayatı çözdüğünü sanan gerizekalıların ruh hallerindeki dalgalanmalardan mı ibaret?" diye sordular. daha büyük yanlış anlaşılmalara mahal vermemek adına kendilerine acının google aramaları ile dindirilebilecek türden bir şey olmadığını ve anlamını bilmediğim kelimeleri kati surette cümle kurmak için kullanmadığımı hatırlatmak isterim.

acıyla taşak geçmek, insanların acılarını küçümsemek falan yok yani.hem nerden biliyoruz/biliyorsunuz "hayat bu kadar acımasız olmak zorunda mı?" isminde bir kitap, bir film ne bileyim bir dizi falan olmadığını? eah! kızdım!

gördüğün gibi çok unutkanım!

az önce eski sevgiliye nispet konseptli şarkılardan ne derece iğrendiğimi fark ettim sevgili romalılar. bir yandan çalışıp bir yandan radyo fenomen dinliyordum. demet akalın'ın şu "sevgilimi koluma takarım, bebek'te üç beş tur atarım, olmadı bi de miami yaparım, gördüğün gibi çok unutkanım, evet evet doğru duydun unutkanım, unuturum ben!" adlı şarkısına denk geldim.

kendisine bir çift sözüm var müsadenizle.

demet,
dikkat etmiyorum sanma. piyasaya çıkan şarkılarının yarısı eski sevgiliye nispet, kalan yarısı da platonik kızın dramı seviyesinden ileri gitmiyor. tahmin ediyorum ki bu şarkıların sözlerini sen yazmıyorsundur zira kütür kütür bir popon ve kayda değer bir bel popo oranın var. bu eserlerin böyle bir popodan çıkacağına zerre ihtimal vermiyorum.

güzel kızım;
şarkı söylemek konusunda çok ısrarlıysan lütfen kendine daha fazla farklı kelimeyi kullanarak daha anlamlı cümleler oluşturabilen bir söz yazarı bul.

ha ama diyorsan ki ben şarkı söylemesem de olur; o en güzeli olur. otur evinde beyine tarhana kaynat. evinin, mutfağının, balkonunun kadını ol. bak hayatın birden bire nasıl değişecek, nasıl gelişecek. göreceksin.

sevgi dolu samimi gülümseme,
gök şüphesiz ki her şeyi bilen tuğ.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

bkm mutfak

bkm mutfak, son bir senedir ve özellikle çok güzel hareketler bunlar başlamadan önce sıklıkla gittiğim(iz), bir yandan çay kahve içip bir yandan kitabınızı okuyabildiğiniz, mutfak çalışanları ile hoş-beş yapabildiğiniz, başta yılmaz erdoğan olmak üzere bilimum bkm oyuncusuyla sıklıkla karşılaşabildiğiniz, sevimli ve sıcak bir mekandı.

ne zaman gitsek boş olurdu, sevdiğimiz yönlerinden biri de buydu tabii.

yalnız bugün bir arkadaşımla konuştum. "bkm mutfak'a gittik, yer yoktu, kafe pi'de oturduk" dedi laf arasında, "nasıl yani?" dedim, "bkm mutfak'ta nasıl yer olmaz? kendinde misin sen?!" diye de ekledim.

"vallahi yoktu maralım, saatler de henüz öğleni gösteriyordu oysa ki" dedi.
(arkadaşım danimarka dükü olduğundan kelli biraz böyle kraliyet ağzı ile konuşuruz aramızda)

bak çok ciddi ve tepki dolu söylüyorum,
tamam çok güzel hareketler bunlar gerçekten keyifli, güzel bir televizyon programı olmuş ama bkm mutfak'ı elimden alacaksa sonuna kadar şikayetçiyim.

yılmaz erdoğan buna bir şey yapması lazım. tüm samimiyetimle rica ediyorum. o kadar ayarını almışlığım var. lütfen.

8 Temmuz 2008 Salı

hasan doğan

duymuşsunuzdur, türkiye futbol federasyonu başkanı hasan doğan geçtiğimiz cumartesi günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.

ak partili olmasına rağmen işini düzgün yapan, futbol için uzun zamandır hiçbir federasyon başkanının göstermediği özveriyi göstermekten çekinmeyen, şaşırtıcı şekilde tarafsız ve iyi bir insandı görebildiğimiz kadarıyla. ölümü beni de çok şaşırttı, çok üzdü.

maalesef türkiye futbol federasyonu ve türk futbolu çok şey kaybetti hasan doğan ile. toprağı bol, ruhu şad olsun.

1 Temmuz 2008 Salı

ihanet ve kehanet satışta!

rahmi vidinlioğlu'nun ikinci kitabı ihanet ve kehanet sonunda "çıktı çıkıcak" olmuş ve hatta internet üzerinden kapıda ödeme seçeneğiyle satışa bile sunulmuş!

kendisini derhal edinmek için bu adresi kullanabildiğiniz gibi, 15-20 gün içerisinde herhangi bir kitapçıdan da temin edebilirmişsiniz.

edit: ideefixe'e de eklenmiş. o da tam şurada.

30 Haziran 2008 Pazartesi

euro 2008'in ardından

geçmiş olsun. yaklaşık 1.5 saat önce, ispanya -genel olarak türkiye'nin oyununu andıran- şiir gibi futboluyla şampiyon oldu. turnuva içerisinde şahsen, özellikle rusya, ispanya ve türkiye'nin oyunlarını beğeniyordum, finali de rusya - türkiye oynar diyordum açıkçası ama bildiğiniz üzere; o almanya engeline takıldı. hal böyle olunca, futbollarından hazzetmesem de, burak'ın söylemiyle; "en azından şampiyona elendik" diyebilmek için aklım almanyada, gönlüm ispanyada kalmıştı. neyse ki ispanya tek golle çözdü işi. iyi de oldu heralde.

söylemesi çok kolay, avrupa şampiyonası. euro 2008. avrupanın en iyi milli futbol takımlarının mücadele ettiği, eufa'nın göz bebeği, devasa organizasyon.

söylemesi kolay da; biz o maçları izlerken neler çektik, ses tellerimize kim bilir ki kaçar bar zarar verdik, allah bilir. şampiyona boyunca toplam 8 defa "gol" diye zıpladık, üstelik bunların 4'ü 76. ve 90. dakikalar arasındaydı. gol dağılımı ise semih şentürk(3), arda turan(2), nihat kahveci(2), uğur boral(1) şeklindeydi.

euro 2008, türk milli takımının katıldığı üçüncü avrupa şampiyonasıydı ve bildiğiniz gibi yarı finale kadar aslanlar gibi, alnımızın akıyla, söke söke geldik. dile kolay; yarı final! aslında daha da giderdik, isnapya'nın aldığı bu kupayı biz de alabirdik ama önce fatih terim'in de sürekli belirttiği gibi şu saçma goller yeme hastalığımızdan kurtulmamız, takımımızı, hocamızı ve futbolcularımızı her koşulda desteklememiz -ki galibiyet durumunda taraf(tar) olmak kolaydır. mühim olan; malupken taraf(tar) olabilmektir.- ve başarılı olabileceğimize dair inancımızı kuvvetlendirmemiz şart.

üçüncü katılışımız olması rağmen, gerek taraftarımızla, gerek teknik direktörümüzle, gerek ise futbolcularımızla; şampiyonanın en renkli takımı olmayı başardık. bununla yetinmedik; yarı final oynadık. finali sonuna kadar hakkettik. adım gibi eminiim ki bu gece finali biz oynuyor olsak; kupayı almadan geri de dönmezdik. ama olmadı, bu seferlik de buna kısmet dedik.

peki bundan sonra ne olur?
fatih terim'in milli takımların başında kalması büyük avantaj, adım gibi emiinim ki fatih hoca 2010 dünya kupası'na kadar özellikle defans ve kalede yaşadığımız (stoper, kaleci) sorunları çözecek ve türk a milli futbol takımını bir adım daha yukarı başarıyla taşıyacaktır. ha şampiyon oluruz, yarı final oynarız, çeyrek finalde eleniriz ya da gruplardan çıkamayız; bunlar hakkında tahmin yürütmek için henüz çok erken ancak şu bir gerçek; bu hırsla, bu inançla futbol oynuyor olmamız gösteriyor ki türkiye yakın zamanda futbol adına gerek milli takımlarıyla, gerek ise kulüpleriyle adından çokça söz ettirecek.

neyse.
kaç zaman geçti üstünden, şimdi şu satırları yazarken bile yeniden yaşadım o heyecanı.

teşekkürler çocuklar!
ispanya'dan, hiçbir eksiğimiz olmadığını, bizim de başarabileceğimizi gösterdiğiniz,
eksiklere, cezalılara rağmen aslanlar gibi mücadele ettiğiniz,
ve asla vazgeçmediğiniz için!

25 Haziran 2008 Çarşamba

gereksiz duyarlılık pozları

muhakkak ki denk gelmişsinizdir; "siz daha maç peşinde koşun; tuzla'da insanlar ölüyor, imkb dev bir zebra tarafından çiğnenmiş çekirgeden farksız halde, seçim meçim derken siyasi belirsizlik aldı yürüdü, evet evet euro 2008, türkiye, aferim size!" insancıklarından nasıl şikayetçi olduğumu anlatamam!

ulan maç izliyoruz, final bekliyoruz, heyecandan ölüyoruz. bi maç keyfimiz var'a getirmek istemiyorum ama hakikaten; bi maç keyfimiz var, ne istiyorsun bizden be?

sanki türkiye gruptan çıkamasaydı siyasi belirsizlik olmayacaktı. imkb rekor kıracaktı.

bak avrupada kazanılan bu galibiyetlerin ülke ekonomisine ve insanların birbirleri ile olan bağlarına, en azından birbirlerine karşı olan bakış açılarına olan pozitif etkilerinden falan hiç bahsetmiyorum, her şeye rağmen gösterilen bu tamamen "yersiz" ve "poz" dışında hiçbir anlam ifşa etmeyen sözde duyarlılığı da anlayışla karşılamaya çalışıyorum, cehalete falan bağlamaya gayret ediyorum ama bize neden laf iteliyorsunuz lan?

maç izlerken iki kadeh rakı içtik, gol atınca zıpladık da mı takla attı ekonomi? ben mi götürdüm abdullah'ı çankaya'ya? tuzla'ya seri katil mi yerleştirdik arkadaşlarla?

bırak şu şampiyona bitene kadar konuşmayalım bunları. zaten yıllardır konuşmadık mı, dert yanmadık mı, yeri geldi; karanlığa mum yakmaya çalışmadık mı? elimize ne geçti? hiç!

e bırak şu şampiyona bitsin. hatta bitmesin, gel yine konuşalım bunları. 22 kişi top oynuyor diye kimsenin görmezden geldiği yok ki sorunları? sen poza giriyorsun, maç vakti tırnaklarını yiyen adama siyasi belirsizlik anlatıyorsun, zılgıtı yiyince de duyarsız yapıyorsun. olmaz öyle.

çok fena şikayetçiyim.
gerekirse bir kaşık suda boğmaktan da hiç çekinmem. efendi olun lan biraz, terbiyesizler.

24 Haziran 2008 Salı

buralardayım

bir yandan sıcaklar, bir yandan -şükür ki çözdüm gibi- uyku problemim, bir yandan euro 2008* heyecanı, e bir yandan da iş güç derken bunaldık; buğra'ların yazlığa kaçıp 1-2 gün kafa dinledik, güneşlendik, maç izledik, bira içtik, mangal yaptık ve elbette gitar çalıp şarkı söylemeyi de ihmal etmedik. o iyi oldu, değişik oldu.

nasıl manyak bir kitle -sana manyak da diyorum ara ara evet- tarafından takip ediliyorsam; 2-3 gün sessiz kalınca telefon edenler oluyor "öldün mü aslanım" diye.. ölmedim aslanım. istirham ederim manyaklaşmayın. ayırca öyle aslanımlı falan da konuşmayın benimle bi daha. hiç yakışmıyor güzel ağzınıza.

neyse. daha fazla kişiselleştirmeden papatya çayımı içip uyusam en güzeli olur heralde..

*euro 2008 demişken; takip etmiyorum sanılmasın. büyük bir futbolsever ve koyu bir galatasaray taraftarıyımdır, şampiyonayı da çok yakından takip ediyorum. parmaklarımda tırnak kalmadı maç izlemekten, şu almanya maçını da atlatalım da, uzun uzun konuşuruz.

19 Haziran 2008 Perşembe

firefox 3

kaç takipçimiz ilgilenir bilemiyorum ama ziyaretçilerin %83'ü (ki sallamıyorum, google analytics öyle diyor) firefox kullandığına göre ilgili çekici olabileceği için yazıyorum;

firefox 3 uzun ve zorlu bir beta aşamasından sonra, istikrarlı[1] sürümü[2] ile disklerimizdeki yerini almaya başladı. mozilla, firefox 3 için "faster, more secure, customizable" demiş. more secure ve customizable kısmı için henüz yorum yapamıyorum ama firefox 2'den çok daha hızlı görüntüleme[3] yaptığını ve çok daha az bellek[4] kullanarak çalıştığını söylemeden geçemeyeceğim.

firefox kullanıcısıysanız ve hem kendinize, hem de bilgisayarınıza büyük bir iyilik yapmak istiyorsanız, firefox 3'ü mozilla resmi sitesinden hızlıca indirebilirsiniz.

[1] stable
[2] version
[3] compiling
[4] ram

böyle farklı bir hava, farklı bir duruş katmak istedim bu defa 1-2 falan diye. du bakalım.

18 Haziran 2008 Çarşamba

uyuyorum!

azmettim ve başardım. dün akşam ana haber bültenleriyle birlikte başladığım uyku mücadelesini 16. saate kadar başarıyla sürdürdüm. üstelik ne telefona, ne de kapıya uyanmadım!

mutluyum; şakayla, zevzeklikle doluyum.
bu büyük başarıyı tüm tembellere armağan ediyorum. desteklerini hissetmek çok güzel. (fesatsın!)

17 Haziran 2008 Salı

uyuyamıyorum!

bak çok açık, hiç utanmadan söylüyorum; ben ki bir yatışta en az iki günlük uyuyan ve bununla sonuna kadar gurur duyan, tüm kainata örnek olabilecek kapasitede tembel bir adamdım 2-3 ay öncesine kadar. sonra birden bir şey oldu. uykularım kaçmaya, parçalanmaya başladı. başlarda çok sallamadım, geçer dedim, çaydan; kahvedendir diye geçiştirdim.

ama böyle iş olmaz arkadaş. çayı, kahveyi geç; bir kasa enerji içeceği içse böyle uyku sorunu yaşamaz insan. uykusuzluktan ölür vaziyette bile olsam; en geç 3 saat sonra uyanıyorum ve devamında 10 saniye bile uyuyamıyorum. işin kötüsü, 3 saat uyuduğum için gün içerisinde herhangi bir sorun da yaşamıyorum.

sabaha karşı 3'de yatıp, 6'da -3 saat sonra!- son derece şen ve dinamik uyanmak -üstelik ne o saatte uyanmak, ne dinamik ne de şen olmak için hiçbir sebep yokken!- ne tür bir uyku rahatsızlığıdır, ne tür bir manyaklıktır?!

çok şikayetçiyim. kayıtlara geçsin.
uyumak istiyorum ulan!
yeter!

14 Haziran 2008 Cumartesi

ruhumu kaybettim, hükümsüzdür!

ömürlük iki dost ile, sıcak bir cumartesi sabahı hava henüz aydınlanırken yapacağınız bir kahvaltı varsa ve şaka olsun, gülelim diye hiç üşenmez; bahçeye inip bir iki gül kopartır, kahvaltı masasını gül yapraklarıyla donatırsanız biliniz ki ruhunuzu kaybetmişsinizdir..

hakikaten şaka olur. gülünür.
çaylar içilir, gül yaprakları patlatılır. sonra çocuklar gider. gül yaprakları atılır. bir sigara yakılır ve derin bir "vay anasını!" çekilir; detayında sıcak servis edilir.

afiyet olsun.

katil & maktül

hemen herkes gibi ben de "belki üstümüzden bir kuş geçer" -ki değineceğim kuşlara ve ihtimallere de günün birinde- ile tanıştım yüksek sadakat ile. itiraf etmeliyim; bir süre tek şarkılık grup olduklarını düşündüm. sonra, bir çok kişi tarafından ismi belki üstümüzden bir kuş geçer sanılan ve fakat asıl ismi yüksek sadakat olan ilk albümlerinin tamamını dinledim. beğenmediğim ya bir, ya iki şarkı olmuştur heralde. tek şarkılık ve hatta tek albümlük olmadıkları çok belliydi ve yeni albümü dört gözle başlamıştım ki; cemil demirbakan ile yollarının ayrıldığını öğrendim.

çok üzülmüştüm ne yalan söyleyeyim. nezdimde bir daha asla eski yüksek sadakat olamayacaklarını düşünmüştüm. sonra günün birinde, bir radyo istasyonunda "ben seni arayamam" 'ı dinledim. şarkıyı cemil değil, bambaşka bir adam söylüyordu ve fakat nedense hiç aratmıyordu cemil'i. sonraları o bambaşka adamın kenan vural olduğunu ve gerçekten de "bambaşka" olduğunu fark ettim.

yeni albümleri "katil ve maktül" çıkalı zannediyorum 2 aydan uzun bir zaman oldu. ben daha 1-2 saat önce dinleme fırsatı buldum ve yüksek sadakat'in o eski yüksek sadakat'ten çok daha "yüksek sadakat" olduğunu gördüm. kenan vural son derece içimizden, kutlu özmakinacı her zamanki gibi zıpır, serkan, uğur ve alpay yine harika.

katil ve maktül'deki favorilerimden bahsetmek için henüz çok erken ama albümün ilk şarkısı olan "aşk durdukça" gönlümdeki tahtını kolay kolay kaptıracak gibi görünmüyor..

velhasıl;
yüksek sadakat candır.
dinleyiniz, dinletiniz..

13 Haziran 2008 Cuma

seni öldürmeyen şey hissizleştirir!

friedrich nietzsche kişisinin şu meşhur sözü var ya; seni öldürmeyen şey güçlü kılar..

ondan şikayetçiyim.

üstelik hiç de makul ve mantıklı bir bakış açısı olduğunu düşünmüyorum. öldürmeyen şeyin güçlü kıldığı falan yok arkadaşım. öldürmeyen şey hissizleştiriyor; çok açık!

şahsen daha fazla hissizleşmek istemiyorum.
son derece şikayetçi ve tepkiliyim.

öldürmeyen şey güçlü kılarmış..
yok yaa?

12 Haziran 2008 Perşembe

dizi fenomeni

malumunuz olsa gerek; son zamanlarda bir dizi fenomeni aldı yürüdü. hemen her yerde, genç/yaşlı demeden hemen herkesin dilinde diziler, karakterler, senaryolar, senaristler var. millete olarak kaliteli yapımlara muhtaç olduğumuzdan mıdır bilinmez; piyasada ne kadar -özellikle yabancı- dizi varsa hepsini takip etmeye, fanatizmin sınırlarını zorlamaya başladık. e bir de elimizde cnbc-e, tnt gibi iki güzide kanal ve p2p gibi muazzam bir paylaşım yöntemi olunca hiç frenlemedik kendimizi, ne varsa hunharca izlemeye daldık.

şahsen ben bu yabancı dizi rüzgarından hiç şikayetçi değilim. her ne kadar nadiren televizyon seyreden bir insan olsam da, yerli kanalların yıllardır televizyon izleyicilerine dayattığı ve maaliyetleri üç kuruşu geçmeyen cadılı, perili, aşiretli, hayvanlı dizileri maalesef gayet iyi biliyorum ve ne yalan söyleyeyim; halimize çok üzülüyorum. (arz/talep meselesidir, ticaridir. bunu uzatmayalım. salağız heralde, izliyoruz ki yapıyor adamlar.)

hal böyle olunca; ben de bir yandan yerli televizyon yapımlarına üzülürken, yaklaşık 2 yıl önce eskilerden bir dostun tavsiyesiyle -ya da ısrar diyelim ona- başladığım ve uzun zaman boyunca lost ile süregelmiş dizi yolculuğuma vakt-i zamanında seray ile birlikte 10 sezon friends izleyip, akabinde friends'in boşluğunu doldurabilmek adına how i met your mother izleyicisi olmaya karar vererek devam etmiştim. (iyi de yapmışım)

hali hazırda izlediğim bu dizilerin yanında, geçtiğimiz günlerde bir de, yine bir arkadaşımın tavsiyesiyle desperate housewives izlemeye başladım. kendisi her ne kadar hanımlara hitap eden bir dizi gibi görünse de, beni zerre kadar sıkmadan -yalan, ilk sezonun başlarında biraz sıkıldım- hem tebessüm -ki burada susan mayer çok başarılı, çok aptal, süper sevimli- hem de kendisini takip ettirmeyi başarıyor. bu anlamda desperate housewives'ı da izlenebilecek diziler listesi dahilinde hızlıca tavsiye edebilirim.

yalnız;
başta ben olmak üzere, öyle tahmin ediyorum ki bir çok dizi seyircisi için geçerli olan ve söz konusu dizi fenomeninin, yurdum insanındaki etkilerine ait temel lost'a aittir. (her ne kadar lost öncesi de şahane diziler -friends örneğin- yayımlanmış olsa da, evet..) bu ekip çok kısa zamanda hayatımıza "season" ve "episode" gibi iki güzide kelimeyi katmayı başarmış, "sawyer jack'i, jack locke'u döver, charlie ibişin önde gidenidir, kate ise ballı lokma tatlısı adeta!" gibi birbirinden saçma onlarca cümle kurmamıza sebep olmuştur.

işte burada, tam da bu lost noktasında;
ben bu diziyi yapanları, yazanları, oynayanları ve hatta izleyenleri bile kutlarım arkadaşım! evet, zaman zaman şikayet etmiyor değilim. sıkıldığım ve hatta sinirlendiğim anlar da olmuyor değil ama; ulan herifler içine ne koydularsa; çıtır çıtır izletiyor kendini namussuz.

yani bakın çok kısaca şey diycem;
herifler ne dizi yapmış be!

şimdi bunun gidip biraz dizi izlemek gibisi olmaz heralde..

9 Haziran 2008 Pazartesi

olan biten

- "youtube var mı?" sorusunun artık gayet güzel bir cevabı var; youtubevarmi.com! (tepkisel bir çalışma. kutladık.)

- rahmi vidinlioğlu'nun yeni kitabı ihanet ve kehanet temmuz ayı içerisinde kitapçılardaki ve haliyle kütüphanelerimizdeki yerini alacakmış. sevindik.

- süper kadim dostlarım buğra ve burak ile birlikte nadiren de olsa radyo yayını yaptığımız minik bir oluşumumuz var artık. hayırlı olduk. (hayırlı mı olduk?)

- sanıyorum rio de janeiro'ya yakın zamanda gidiyorum. heyecanlandık.

fena değil bence..

28 Mayıs 2008 Çarşamba

13 günün ardından..

dile kolay; 13 gün olmuş son havadisten bu yana..

bunu yapmamalıydım aslında. tamam, iş yükü gibi son derece güzel bir bahanem var ama elbette blog yazacak ya da en azından aklımdakileri -yaa unutmadan yazayım- yazabileceğim güzel zaman dilimleri oldu bu zaman zarfında.

neyse. madem böyle oldu, olmuşken böyle kalsın bu seferlik. ben şu korkunç iş yüküm bir nebze olsun hafiflediğinde anlatayım size başımdan geçenleri.

çok yakında!

5 Mayıs 2008 Pazartesi

craig armstrong - this love

muhtemelen 1-2 yıl evel, duygu vasıtasıyla tanıştığım muazzam bir şarkıdır this love. playlistimde her daim bulunurdu, çaldığında da dinlerdim ama son zamanlarda fena halde ilgimi çekmeye başladı.

bakın bir dinleyin,
"sevmedim" derseniz büyük yalancı olacaksınız. hiç yakışmayacak size.

1 Mayıs 2008 Perşembe

bilinsin ki

- hayat, adına hiçbir kullanım kitapçığı yazılamayacak kadar değerlidir.
hayatın anlamını ve yaşamı basılı/yazılı/görsel kaynaklar değil; tecrübe tanımlar.

- koşullar hayatı ve kişiliği etkiler lakin yaşananların sorumluları hiçbir zaman koşullar değildir.
en sağlam mazeret bile mazur görülmek için neden teşkil etmez.

- affetmek erdem olabilir ama fazlasının baş ağrısı yaptığını da unutmamak lazım.
hiçbir özür geçmişi değiştirecek kudrete sahip değildir.

- alışılamayacak hiçbir koşul yoktur.
"ben nasıl yaşarım böyle?" demeyin. yaşarsınız. alışırsınız. basite indirgeyin, rahat olun biraz.

- istisnasız; her şeyin fazlası zarardır. zararlıdır.
seks, portakal suyu, origami, dövme, sohbet, para, spor dahil.

- insan değişmez, gelişir. "değiştim" diyen yalancının önde gidenidir. değişerek geliştim diyenler başbakan olur.
değişmeye çalışmayın; değiştiğini iddia edene de inanmayın. insanları oldukları gibi kabul etmek ve "alışmaya çalışmak" en temizidir lakin yine de bu demek değildir ki; ibne geldiniz, ibne gideceksiniz. ibne olmayın. biraz değişebilirsiniz.

- zaman hiçbir şeyin ilacı değildir.
akıllı olun. zaman hiçbir problemi çözmez, alışkanlıklar çözer. tek sorun alışmanın zaman almasıdır. kaybolan hiçbir şey yok yani.


- her şey biter.
hüzün, mutluluk, keder, keyif, aşk, para, sevgi, ilişki, huzur. her dakika "nasılsa biter, siktir et" demek saçma da olsa, biteceğini unutmayın. hayat tek bir duyguya bağlanamayacak kadar da değerlidir.

30 Nisan 2008 Çarşamba

rio de janeiro ve ötesi


bir zaman önce meksika hayranlığımdan bahsetmiştim. onun aslı biraz konsepte dayansa da, meksika ve mexico city, "ölmeden görülmesi gereken yerler" listemde ikinci sırayı hakkediyor.

ama;
yakinen tanıyanlar bilirler ki; gönlümün birincisi, birincilerin sultanı, sultanların dansı(?!) her daim rio de janeiro olmuş, hatta yer yer ruhsal bozukluk seviyesinde yaşama amacım haline geldiği de görülmülştür.

şimdi bir rio'ya bakıyorum, bir göztepe / minibüs caddesine.

moral bozukluğu başka bir şey değil.

28 Nisan 2008 Pazartesi

küçük ama işlevsel: marie digby

az önce radore'den ömer vasıtası ile marie digby adındaki bu güzel ile tanışma fırsatı buldum.

kendisi hem japon, hem ufak tefek, hem güzel, hem de güzel şarkı söylüyor. üstelik söylediği şarkılar orjinallerinden çok daha güzel oluyor. dinleseniz kesin seversiniz.

şöyle kendi favorilerimdem bir bukle tattırayım size;

marie digby - gimme more (britney spears)


marie digby - umbrella (rihanna)


marie digby - what i've done (linkin park)


ben özellikle gimme more'u çok beğendim.
aferim kıza.

geri döndüm!

son 10 gündür ilk defa henüz ayaklarımı uzatabildim ve hem bedenen, hem ruhen; yorgunluktan/gerginlikten ölmek üzereyim, o sebeptendir ki "ben geldim" deyip uyumak niyetindeyim.

burayı unutmuş değilim yani. hem kafa izni aldım sözlükten de, iyice içli dışlı oluruz artık blogger vasıtasıyla..

18 Nisan 2008 Cuma

üç doğru

bakınız günlük hayatta başarıya giden patikadan aşağı düşmemek için asla sekteye uğramaması gereken üç doğru varmış; (bu kuramı yarak kişisel gelişim kitaplarından değil, bizzat hayatın kendisinden arakladım)

* doğru zaman
* doğru karar
* doğru hareket

doğru zamanda doğru kararı verip doğru şekilde uygulayınız. farkı görecek ve gözlerinize inanamayacaksınız! (best seller idi kitap evet)

15 Nisan 2008 Salı

tükeneceğiz

gecenin bir köründe (04:53'de mesela) ansızın tükenen kahve, sigara, çay ya da yemek benzeri dört kişilik ciddi bir iş toplantısının (ki hakikaten ciddi) temel tüketim maddelerinin niceliklerinden şikayetçiyim.

bitmesinler arkadaşım.
kabul ediyorum, daha makul bir saatte hesaplanabilir bu ihtimal ama atlamışız. şimdi böyle mi cezalandırılmalıyız? böyle mi ehlileştiriliyoruz?

hiç hoş değil.

14 Nisan 2008 Pazartesi

neyin var?

aklınızda olsun diye yazıyorum;

karşınızdaki insana sürekli "neyin var" diye sorma ihtiyaci hissediyor ve soruyor, akabinde ise "bir şeyim yok","bilmem ki","yaa çok sıcaktı bugün" gibi sallama cevaplar alıyorsanız o şeyin sebebi bizzat sizsinizdir.

9 Nisan 2008 Çarşamba

muslukçu geri dönmüş!

saatlerimiz yine sabah 6'yı gösteriyor ama durmuyor, çalışıyoruz. yaklaşık 1 saat kadar önce hafiften daralmış, çalışmaya ufak bir ara vermiş, o arayı da office snapshots'dan facebook, google, microsoft, digg, yahoo, flickr gibi popüler uygulamaların ofislerinin fotoğraflarını inceleyip fikir edinmeye adamıştım. tam siteyi kapatıp işe dönmek üzereydim ki; fotoğraf listesinde canımız ciğerimiz digg'i görünce aklıma geldi, ne var ne yok diye bakmak üzere digg.com'a daldım.

ekibin yazdığı 1-2 blog okudum, sonra nasıl oldu bilmiyorum; kendimi about digg sayfasında digg çalışanlarının favorilerini incelerken buldum. (ne çok digg dedim)

derken ne göreyim?

favori listelerinden bir tanesinde, -üstelik ilk sırada- bir çoğunuzun "super mario" olarak tanıdığı, benim ise yıllardır "antipatik ibne", "muslukçu göt" şeklinde tabir ettiğim, çocukluğumu bitiren o adamın javascript oyunu ile karşılaştım. dayanamadım, hemen test ettim; onayladım. kodlayana "ömür boyu bravo vallahi çocuğa" ödülünü vermekten zerre çekinmedim.

oynanabilirliği neredeyse dos sürümü ile aynı ve her zamanki gibi son derece sıkıcı! tek çarpıcı yanı javascript olması ve mozilla firefox ile sorunsuz olarak oynanabilmesi.

neyse, velhasıl;

pos bıyıklı cüce muslukçulardan hoşlanıyorsanız ve herhangi bir ortamda canınız aniden super mario çekiyorsa kendisine şuradan erişebilir, muslukçuyu mutlu etmek için yapmamanız gereken bilimum şaklabanlığı yapabilirsiniz..

adam yıllarca prenses prenses diye yedi bitirdi hepimizi be.. nesini seviyorsanız..

8 Nisan 2008 Salı

elektronik hayatlar

şimdi size aslında her dakika aklımızda olan ama nedense hakkında asla etraflıca düşünmediğimiz bir şeyden bahsedeyim de düşünün; şaşırın.

birbirinden basit iki tanım ile başlayalım;

aslında hayatın gerçek tanımı tam şurada ama daha kabaca düşünelim; kontrolümüz dahilinde ve haricinde gelişen her şeyin toplandığı kutuya hayat deriz. al sana yalın, berrak bir tanım. peki internet nedir? onu da genelde teknik olarak birbirine bağlı n sayıda bilgisayar olarak tanımlarız.

elimizdeki bu iki güzide tanımı unutmayalım. unuturuz dersek bir kenara not edelim ve günlük hayatta sıklıkla yaptıklarımıza bakalım; (aileler yarışıyor tandası)

- alışveriş yapmak
- yemek yemek
- kitap okumak
- sohbet etmek
- sinemaya gitmek / film izlemek
- müzik dinlemek
- sosyalleşmek yahu, yeni insanlarla tanışmak, kaynaşmak
- telefonla konuşmak
- günlük tutmak

yeterli zira daha fazla uzatırsam yazının çarpıcı hiçbir yanı kalmayacak. bakın bomba geliyor; şimdi aşağıdaki listeyi yukarıdakiyle eşleştirin;

- (bkz: gittigidiyor, ebay, hepsiburada, kangurum vs..)
- (bkz: yemeksepeti)
- (bkz: e-book)
- (bkz: msn messenger)
- (bkz: torrent, p2p)
- (bkz: mp3)
- (bkz: facebook, yonja, vs..)
- (bkz: skype)
- (bkz: blog)

size de olur mu bilmiyorum ama benim gözümde hayatın kaba tanımında bahsettiğim o kutu, 4gb kotalı gmail posta kutusu gibi canlanmaya başladı.

yani şey diycem;
korkuyorum. korkuyorum zira ben günlük hayatta, hayatın içinde, sokakta yapılması gereken hemen her şeyi bilgisayar başında, klavyemi kullanarak yapıyorum. ha bundan zerre kadar şikayet etmiyorum -ki belki işim dolayısıyla- ama zaman zaman hayatımı bir adet 1 ve bir adet 0'ın arasında yaşıyormuşum gibi hissediyorum. panikliyorum. geçiyor ama sonra. acıkmış oluyorum, yemeksepeti'nden dvd hediyeli siparişler veriyorum..

7 Nisan 2008 Pazartesi

uykusuz her gece

hayattaki en büyük aşkım hiç şüphesiz ki işim ama (her daim biraz tembel, biraz yoğun olmamdan kelli) gece diyemeyeceğim; uyku vaktinde çalışmaktan çok şikayetçiyim. hayır öyle bir hal aldım ki uykum geldiğinde uyumadığım zaman, ertesi gün ve takip eden 3 gün boyunca 40 saat bile uyusam brokoli formundan çıkamıyorum. doğru tepkiler veremiyorum, şuh kahkahalar atamıyorum, hatta bugün fark ettiğim üzere trafiğe çıktığımda minibüs yolunda bostancı - kadıköy dolmuşu çeken dolmuşçulardan farklı olmuyorum. sadece çalışabiliyorum. aşmalıyım bunu.

sıradaki güzellik yarışmasında güzellerimizden bir tanesi -mümkünse en güzeli- bana düzenli bir hayat ve bol uyku dilesin lütfen.

öptüm.

29 Mart 2008 Cumartesi

into the wild

son iki üç aydır buğra ile ne zaman görüşsek (ki haftada en az üç gün birlikteyizdir) film izliyoruz. (film de izliyoruz diyelim) bazen klasikler, bazen yeni filmler ya da zaman zaman satın alıp bırakın izlemeyi, çöpünüze bile atmayacağınız filmler meşgul ediyor gündemimizi.

bu gece, yine çok şahane dostumuz olan burak (ki gerçek bir halk adamıdır) da katıldı film faslına. pis herifin şansına mıdır bilmiyorum; sürekli adını işittiğim, tez vakitte izlemek istediğim ve fakat bir türlü izleme fırsatı bulamadığım into the wild'ı izlemeye karar verdik.

film gerçek bir öyküden (christopher j mccandless'ın hayatı) alıntı. amerikalı bir kaşifin hayata ve ölüme karşı "keskin" ve asla "taviz vermeyen" duruşunu konu alıyor. yanılmıyorsam 3 saat civarında sürüyor ve izleyicilerini yormuyor. dingin, duru bir film, düzgün bir anlatım. bu anlamda into the wild gerek çekimleri, gerek yönetmenliği, gerek öyküsü; gerek ise müzikleriyle gönlümün en nadide köşesinde yer edinmeyi başardı. üstelik bununla da yetinmedi, "kesinlikle favorim" diyebileceğim ilk film de olmadan duramadı.

buğra ile sürekli yapmak istediğimiz seyahatleri andırmasıyla ya da şu leziz felsefemiz "raad ol" ile birebir örtüşmesinden midir bilmem; sapkınca bir gönül bağıyla bağlandım into the wild ve christopher j mccandless'a. o asla taviz vermeyen, kusursuz kişiliği de kıskandım açıkçası, yeri geldi bok attım. "o sakallarla boğulursun aslanım sen orda" bile dedim.

bir düşünsenize,
yanlış bulduğunuz, dahil olmak istemediğiniz, "dejenerasyon" dediğimiz o akıma kurban ettiğiniz her şeye, herkese karşı doğru dediğiniz ve yaşamak istediğiniz şeyleri yaşayabildiğiniz bir dünya yaratıyorsunuz.

o "yalan" dünyevi değerlerin çok ötesinde, aradığınız o huzurun tam kalbinde bir hayat kuruyorsunuz.

üstelik asla vazgeçmeden, yanlış bile olsa; sonuna kadar hiçbir fikirden taviz vermeden.

eh, ben o hep yapmak istediğim şeyleri yapmış bir adamın hayatını anlatan filme "hayatımın filmi" demezsem hangi filme derim?

mutlaka izlemenizi tavsiye ederim canlar. biraz olsun benim gibi düşünüyorsanız; asla pişman olmayacaksınız..

23 Mart 2008 Pazar

viva mexico cabrones!

aslında başlığın metinle pek alakası yok. sözlükte bulabildiğim yegane anlamlı ispanyolca cümle buydu. "yaşasın meksikalı pezevenkler" gibi bir anlamı varmış. olsun.

geçenlerde kadim dostum buğra ile tekila içerken fark ettik meksika kültürüne nasıl içten içe tutkun olduğumuzu. baharatlarına, içkilerine, müziklerine ve en önemlisi "raadlıklarına" (bu 'raad olma' felsefesi ile ilgili bilahare uzunca yazarım) hayranız bu adamların, düşündük ve kabul ettik. yalnız ben sonra ayrıca ve bireysel olarak şunu fark ettim, meksika kültürüne hayran olmayan insan sayısı genç parti'ye oy veren insan sayısına hemen hemen eşit.

yani olaya bak, adamlar nasıl yaşıyorlarsa, mensup olduğu millet farketmeksizin ülkeler dolusu insan meksika'ya hayran. (şarkı vardı dağlar kızı reyhan, reyhan, reyhan alem sana heyran, heyran, heyran diye) tekila mıdır sebebi, ya da warner bros cizgi filmleri mi bilemiyorum. bildiğim ve aslında nerden bildiğimi de bilmediğim tek bir şey var, bu adamların keyifleri yerinde arkadaş. yaşamayı biliyorlar. biz de en azından birer turist olarak tez vakitte ziyaret etmek, tekilanın köpeği olmadan da dönmek istemiyoruz.

desperado, tekila, baharat, kaktüsler.. (bilmiyorum ki başka, bilsem yazıcam)

viva mexico cabrones!

20 Mart 2008 Perşembe

do not disturb!

saymayı bırakalı kaç gün oldu bilmiyorum ama uzun zamandır sandalyede uyuyor, kapsül bifteklerle, yapay meyve sularıyla besleniyorum. (yok artık)

çok çalışıyorum..

ama yoruldum, iki gün izin verdim kendime. bursa'ya gidip hunharca dinlenmeyi planlıyorum. mümkünse ilişmeyin, ben iki gece kendi yatağımda uyuyup geleyim.

kalanlara kalabalıklarıyla, insan selleriyle ve acele işleriyle mutluluklar diliyor, koşarak uzaklaşıyorum.

17 Mart 2008 Pazartesi

bencilim, bencilsin, bencil..

hayatın içerisindeki hiçbir şeyin karşılıksız ve nedensiz olmadığını düşünüyorum. öyle ki zaman zaman sadece düşünmekle kalmıyor, aksini iddia edenlerle ciddi tartışmalara bile tutuşuyorum. (düşüncelerimi fanatizm boyutuna taşımak gibi kötü bir huyum var sanırım)

biraz acımasız gelebilir belki ama dilencilere para vermemizden tutun da, herhangi bir konuda manevi yardıma ihtiyaç duyanlara yardım etmemiz, sevgiliye çiçek böcek almamız bile en basit haliyle içimizi rahatlatmamıza yarıyor. dilencilere para veririz (ya da vermeyiz, kişisel tercihtir, çok ayrı) çünkü paramız olur, onun ise olmaz. karşı tarafın bu "yokluğu", "yokluktan" yoksun bir insanın suçluluk duyması için yeterli bir sebeptir.

dilencilere para veririz, çünkü paramız vardır ve parası olmayanlara karşı "mahçup" hissederiz. rahatlamaya ihtiyacımız vardır.

parayı geçelim. sevgililere çiçekler, böcekler, çikolatalar, hediyeler alırız. üstüne de "o mutlu olsun, mutlu hissetsin" diye yalandan bir not düşeriz. yalnız işin aslında "mutlu olmak" gibi bencilce bir sebebe dayandığını hiç düşünmeyiz. (buradan hareketle, "mutlu olmak" için karşı tarafı mutlu etmeye "incelik" denirken, yine "mutlu olmak" için karşı tarafı mutsuz etmeye bencillik denmesinin de ziyadesiyle saçma olduğunu belirtmek isterim)

bir tek dileğim var; mutlu ol yeter dileğinin aslında baştan aşağı -yalan ağır olur belki ama- yapmacık olduğunu nedense hiç aklımıza getirmeyiz. samimi değildir. (ne samimiyeti be, alenen yalan. yılan gibi sürünsün, perişan olsun isteriz de söyleyemeyiz, tırsarız)

sevgili demiştik, sevdiğimiz insanları genel olarak mutlu etmeye ve rahatlatmaya çalışırız. sebebi "sözde" onları düşünmemizdir. özde ise yine onların mutluluklarından haz almamızdan başka bir şey değildir.

ben bu ekmek / köfte hesabını yapmaya başladığım günden bu yana zaman zaman insanların neredeyse tamamının yapmacık ve samimiyetten uzak olduğunu düşünüyorum. düşünmek istemiyorum, ama engelleyemiyorum..

yani şey diycem,
gerçekler -ya da gerçeklerim- bu kadar acımasız olmak zorunda mı?
dünya üzerinde gerçekten "karşılıksız" tek bir şey bile yok mu?
rotary club, tegv, akut.. hepsi mi yalan ulan?

ha bi de,
hal böyleyken, "bencil" kelimesini hakaretten ziyade her insanın standart donanımında bulunan şahane bir "sıfat" olarak kabul etmenin ne sakıncası olur?

14 Mart 2008 Cuma

nedir?

her ne kadar yıllardır doğru dürüst blog yazmıyor olsam da özümde blog kültürü kuvvetli, şahane bir insanımdır.

neyse.
hep aklımdaydı serbest, rahat, halka açık ve sonuna kadar zevzek bir blog oluşturmak ama gerek vakitsizlik, gerek ise tembellik gibi süper sebeplerim de vardı "boşver sonra bakarım" demek için.

nedense bu akşam dünden ya da önceki günden farksız bir iş yoğunluğu içinde gaza gelip inceden başlamak istedim.

kod adına da "gecekondu" dedim (yalan, şimdi uydurdum) saatten kelli.

hoşgeldin!