31 Mart 2010 Çarşamba

büyük hadron çarpıştırıcısına iki çift lafım var!

duymayan kalmamıştır heralde, bugün (ya da bir takım çirkin saat oyunlarını da hesaba katarsak, dün) aşağı yukarı tüm kainatın gözü, bir zamanlar world wide web'in de doğduğu yer olan cern'deydi ve konu bu kez meşhur atlas deneyiydi. atlas deneyi, fizikçilerin son zamanlarda yaşadıkları muhtemelen en mühim ve en heyecan verici tecrübeyken, biz faniler için "hadron... işte bilim dünyası tabi, böyle hep..." deme sebebi oluşturmaktan ileri gidemedi ki, bana sorarsanız, gitmesi gerekmiyordu da zaten.

elbette haklı bir yaygara kopartıyor herifler bir süredir, çarpıştıracağız da çarpıştıracağız diye. haklı diyorum, çünkü gerçekten yarını değiştirebilecek bir hadise aslında. mühim yani. hiç yoksa; yılların emeği, binlerce kişinin alın teri var o projede, çarpıştırıcıda. adam evrenin %25'inin neyden oluştuğunu anlayabiliriz sonuçlarla bağlantılı olarak diyor. %25 bence güzel oran. %5'ten, %23'ten falan büyük hep. baya dörtte biri, fevkalade aslında.

şimdi tabii ben bu noktada kafanızı da bir takım bilimsel, teknik zırvalarla sikmek istemiyorum. o sebeple buraları hızlıca geçiyor ve atlas deneyinin önemine gerek teknik, gerek ise sosyolojik açılardan parmak bastığımı farz etmenizi rica ediyorum. çok teknik çünkü. aşar sizi yani. hem zaten benim bahsedeceğim mesele başka.

bak şimdi...

denildi ki, 30 mart günü, gmt+2’de, (yanılmıyorsam) 13:30 – 15:00 arası çarpıştıracağız, sonra da sonuçlarla ilgilenmeye başlayacağız. tamam dedik, aldık çayımızı kahvemizi tam da vaktinde, kurulduk web stream'in başına bekliyoruz ne olacak diye. stream de stream olsa, gerçi belki bölgesel bir problemdi ama bizde ses yoktu. dudak okuyarak ne anlattıklarını anlamaya çalıştık bilim insanlarının, "çok heyecanlıyız bakalım uygarlığın köküne kibrit suyu dökecek miyiz hahah" falan dediklerini umarak öldürdük vaktimizi ama sanılmasın ki bu sırada boş durduk; açtık wikipedia'yı neymiş ne değilmiş her türlü detayını öğrendik deneyin. bir kısmımız operasyonu bizzat yönetebilecek kapasiteye erişti, kalan sığır güruh ise herhangi bir tartışma programında deney ile ilgili en az 16 saat konuşabilecek kadar geliştirdi kendini.

bir yandan wikipedia, bir yandan görüntü, bir yandan da cern'in twitter hesabını takip etmek suretiyle hem çaylarımızı içiyor, hem de bekliyoruz bakalım ne olacak diye. derken, sıkılmaya tam da ramak kala, ilk hareket twitter'dan geliyor;

half of today's energy at the #lhc: 1,75 tev! all lights are green!

sevniniyoruz mecburen, sevinilmeyecek gibi bir şey değil çünkü. yalnız bak, 1.75 oldu, stream'de bir hareket yok. aynı herifler, aynı monitörlere bakıyorlar. bir kısmı volta atıyor, kimisi kameraya el sallıyor, hatta; we are the best işaretleri falan yapanlar çıkıyor bazen, sanırsın ki her ilde bir tane büyük hadron çarpıştırıcısı var, kainatı hangi takım daha önce yok edecek, onu izliyoruz.

insan kıllanıyor tabii böyle olunca. yahu arkadaş, bizim seçim programlarında bile nasıl arayüzler peydahlanıyor televizyon kanallarında, hologramik röportajlar mı dersin, anlık tahminler mi, geçmiş yılların sonuçlarıyla aşmış karşılaştırmalar mı; neler neler. sizde bir bok yok ki, nasıl kıllanmayayım? bi atlas experiment yazmışsınız gri üstüne beyazla, onu görebilene de aşk olsun...

deney son derece sönük geçiyor bizim açımızdan ama ona rağmen hemen bozmuyoruz moralimizi, diyoruz ki "haa, 1.75'de bir şey yok abi, hedef 7. daha neler olacak gör bak!"

olmuyor. 3 oluyor tev, 3.5 oluyor; yok. aynı tas, aynı gri arkaplan, aynı beyaz atlas experiment. oraya bi hologram ali kırca dahi çıkmıyor. bi tane kıçı kırık tanıtım animasyonu var, onu döndürüp duruyor ibneler. keyifler ağır ağır kaçmaya başlıyor artık.

kırılganlaşan ümitlerle birlikte önümüzdeki wikipedia ivedi şekilde kapatılıyor, arada stream'e bakıyor, bir de twhirl'den twitter'ın dürtmesini bekliyoruz.

3.5 tev'den aşağı yukarı bir saat kadar sonra, twitter'dan beklenen haber geliyor;

first time in the history!!!!!!!!!!!! world record!!!!!!!!

açık ve net olarak kanımız donuyor. bu kadar mı? ulan zaten ses yok ortamda, bizi dikmişsin oraya iki saattir seni bekliyoruz, vereceğin bilgi dünya rekoruyla mı sınırlı demeye başlar oluyoruz ki, devamı da geliyor;

experiments are collecting their first physics data - historic moment here! watch the webcast, look at the photos - all live!

diyor @cern ve o sırada da şampanyalar patlatılmaya başlıyor zaten.

deney olup bitiyor. benim o sularda acil bir toplantım var, ona girip çıkıyorum, hatta epey de vakit öldürüyorum içeride ve heyecanla dönüyorum bilgisayarımın başına ama görüyorum ki yine değişen bir şey yok. birkaç grafik var ancak konuyla ilgili cern tarafından yayımlanan, bir de basın bülteni.

bi hologram, bi back to the future theme?
yok!
hah işte, orada kopuyor film!

bak açık konuşuyorum, ben migros club card sahibi, tipik türk insanıyım. her fırsatta memleketi kurtarır, eğitim sisteminden girer, kaldırımlardaki bisiklet yollarından çıkarım. benim ve benim gibi kim bilir daha kaç milyon insanın ilgisini çekmek istiyorsan, ya bu işin prezantasyonunu da, en az marketingini yaptığın kadar iyi yapacaksın, ya da büyütmeyeceksin arkadaşım, migros müşterilerine kadar yaymayacaksın hadiseyi. ilgilenen adama, fizikçiye izleteceksin sadece. benim zihnimi kara deliklerle, varoluşun %25'iyle, hadronlarla quarklarla doldurmayacaksın.

hayır ben ne yapayım öyle deneyi? bi karadelik dediniz; geçen sene ya da önceki sene sanırım, biz türkler olarak bu konuda üzerimize düşeni layıkıyla yaptık bunu tüm dünyanın taşak geçtiği bir şaka malzemesi haline getirmeyi başararak. youtube'da yorum yapmaktan beyni sulanan, kıçına başına atlas dövmesi yaptıran vatandaşlarımız oldu bizim sırf şu karadelik hikayesi yüzünden ama sonra bilimsel olarak o da çürütülünce, ne atlas deneyinin, ne de büyük hadron çarpıştırıcısının ilgi çekici hiçbir yönü kalmadı bizim için zaten.

bi umut deney gününü bekledik ama sen bu konuyu bu noktaya kadar getirip, ondan sonra deney sırasında yahut sonrasında; ekranın bir köşesine bi hologram, bi diyagram; ne bileyim bir istatistik, bir grafik dahi koymuyorsan, ben artık senin yeteneklerinden şüphe ederim cern... organizasyonun büyüklüğüne zerre aldırmam, "bi bok yok bunların yaptıkları işte ya" der geçerim. "göktuğ bak bu da cern'den çıktı" dedikleri vakit, iki kere düşünürüm bundan gayrı.

se(r)n; beni, bizi ve dahi tüm türkiye'yi kaybettin atlas deneyiyle birlikte. o araştırma merkezinde çalışan türk sayısının neden iki elin parmaklarından daha az olduğunu en yalın haliyle gösterdin canım memleketime. oysa yıllardır politik sebepler aramıştık biz türkiye'nin cern ile ol(may)an ilişkilerinin altında. sebebin bizzat sen olduğunu ne bilelim cern?

şimdi;
tüm bu olanların ve olmayanların ışığında soruyorum;
büyük hadron çarpıştırıcısı ve atlas deneyinin, tıpkı benim için olduğu gibi, bir çok yurttaş için de hayal kırıklığından öteye gidememesi anormal mi?

değil. hiç değil.

bundan sonra çarpıştır dur cern...
sunumu beğenmedim ben. bern. hmm...

29 Mart 2010 Pazartesi

iki: sabah

...
korkuyordum ve gözlerimin ikisini birden açabilecek durumda değildim. öte yandan, hala sarhoş olup olmadığım hakkında da hiçbir fikrim yoktu. bir süre hiçbir şey yapmadan ve pek tabi hiçbir şey düşünmeden yalnızca nefesimi düzenlemeye çalıştıysam da kar etmedi. düzensiz ve hırıltılı nefes alan, korkak, yarı sarhoş, yarı çıplak, dün ve yarından çok farklı olarak; muhtemelen yarım bir adamdım.

sırtüstü yattığımı fark ettim. gözlerimi açmayı başarsam bile göreceğim şey en iyi ihtimalle tavandı. yaklaşık beş dakikadır ötelediğim ve fakat ivedi şekilde yüzleşmem gereken gerçeğin tavanda olmadığı ise, gözlerimin aksine gün gibi açıktı.

rüzgarla yayılan martı ve vapur sesleri iyiden iyiye duyulur olmuştu artık odamda ve dileyebileceğim çok şey olmasına rağmen gözlerimi açtığımda ilk görmek istediğim şeyin güneş olduğuna karar vermiş, yalnızca güneş dilemiştim. kötü bir güne güzel başlamanın en iyi yolu güneşi görmek olurdu baharları istanbul'da.

aslında bir an önce karar vermeli, bir şeyler yapmalı ve yüzleşmeliydim;
ertelemeyi tercih ettim...

27 Mart 2010 Cumartesi

bahar...


2009 sonbaharının ilk günleriydi yanılmıyorsam. nur ile (ki hala buralara uğruyorsa selam olsun kendisine) bir pazar sabahı kahvaltı için moda'ya gitmiş, kahvatı sonrası sahilde turlarken, o sıralar çok yeni olan eos 450d'm ile çekmiştim bu serseriyi. hatta ve hatta yine yanılmıyorsam -ki nadir yanılırım-, fotoğraf çekmenin belki de en güzel yanı olan ve eve dönünce başlayan muhtemelen ilk çekilen fotoğrafları ayıklama seansım esnasında, gördüğümde gülümsediğim ilk fotoğrafımdı bu.

pek tabii fotokritik usulü yarak kompozisyonlar yazılabilir bu kare hakkında, altında sonsuz saçmalanabilir elbette ama kim ne derse desin, baharın fotoğrafıdır bence bu.

bu kış baharı çok özler olmuştum, neyse ki çok uzaklarda değilmiş.

26 Mart 2010 Cuma

dünya saati 2010

wwf'nin uluslararası olarak düzenlediği bir etkinlik var, "dünya saati" isminde. (eskiden büyük bir şevkle katıldığımız sürekli aydınlık için bir dakika karanlık kampanyasına benziyor biraz, sonu benzemesin...) amacı bir yandan çevre duyarlılığı ve iklim değişikliğine dikkat çekmek, diğer yandan da küresel ısınma ile ilgili olarak dünya liderlerinin güttükleri (gütmek?) başarısız politikalara karşı olan tepkileri somutlaştırmak.

bireysel katılım çok basit. (hoş kurumsal katılım da basit) yarın (cumartesi günü) saat 20:30 ve 21:30 saatleri arasında evinizin, iş yerinizin ışıklarını kapatıp bir saatliğine karanlıkta kalıyorsunuz. ille de ışık diyorsanız mum yakıyorsunuz.

etkinlik çerçevesinde boğaziçi köprüsü, empire state binası, eyfel kulesi ve hatta mısır piramitleri dahi karanlığa gömülüyor, dikkatleri doğaya ve küresel iklim değişikliğini önlemek için yapılabileceklere çekiyor.

wwf türkiye resmi web sitesine şuradan, kampanya sayfasına ise buradan ulaşabiliyor olmanız lazım.

hala vaktiniz varken katılın, katılındırın, karartın.

otobiyografi

kimi insanoğlu bayılır kendini anlatmaya. konu ne olursa olsun, ciddiyetinden bağımsız olarak illaki bir yerlerde kendisi ile ilgili bir tanım yapar, araya bir metafor sokuşturur, böyle bir havalara girer, bacak bacak üstüne falan atar. "bak mesela ben" ile başlar ekseriyetle ve ta ki, muhatabının sabrının sınırına kadar devam eder anlatmaya.

sevmem ben öyle insanları. arkadaşım, bana neden kendini anlatıyorsun? neden yalandan bahsederken, aslında durup dururken; "hayatta yalan söylemem ben deyip de adamın aklına yalanı düşürüyorsun? bıraksana seninle ilgili tanımları ben yapayım? seni nasıl bilmek istiyorsam, aklımda nasıl ve ne kadar yer edebiliyorsan, bırak da onu yerine ben kazıyayım. çok iyi kek yaptığını bilmeyivereyim mesela ya da çocukken aldığın en güzel hediyeyi.

bir yerden sonra biyografi okumaya benzer bu tiplerle sohbet etmek ki, -özellikle gereksiz hallerde- biyografi konseptinden ve biyografi okumaktan beş birim nefret ediyorsam, otobiyografi yazmaktan da en az yirmibeş birim nefret ettiğimi fark ettim yakın geçmişte. (her gün yazdığım bir şeydir çünkü, tabi.)

fevkalade ciddi bir hadise var ortada. öz geçmişten hallice, baya kompozisyon gibi, yeni yüzyılın en büyük ressamlarından, fotoğraf sanatçılarından ya da ne bileyim; şahane gol krallarından biriymişim gibi bir otobiyografi yazmam lazım. çarpıcı ama yalın, yer yer komik ama kesinlikle gayriciddi olmayan bir şeyler çıkartmalıyım ve ilk üç saatin sonu itibariyle yalnızca ilk cümlemi bitirebilmiş durumdayım. sanırım işin ciddiyetiyle üzerimde oluşan baskıyla ilgili. bir de çok öyle biyografilik (biyografik diye bir kelime var mı acaba?) bir hayatımın olmamasıyla. ne yazılır lan biyografiye? sıradan, normal, şahane bir insanım ben. manyak mı bu herifler biyografi istiyorlar ve "öz geçmiş değil, otobiyografi" diyorlar üstüne basa basa. bir albüm yapmışlığım, bir paparazzilere yakalanmışlığım yok ki. wikipedia bile otobiyografi için "bir düşünürün, sanatçının, sporcu ya da tanınmış bir kimsenin kendi yaşam öyküsünü anlattığı eserdir" diyor ve bildiğiniz gibi ben bu kategorilerden hiçbirine girmiyorum.

aslında şimdi düşündüm de, düşündüğüm şeylerden bağımsız olması kaydıyla düşünür olarak nitelendirilebilirim belki. çok kişisel düşünceler çünkü benimkiler, hemen hepimizin düşündükleri gibi. hani insanlığa faydalı olabilecek şeyler, evrenin sırları, kuran’ın şifreleri falan hiç benim ilgi alanlarıma girmiyor. az önce "haftasonu naapsak yaa?" diye düşünüyordum mesela, sonra da "yatmadan bi duş alsam mı, yoksa sabah mı alırım?" diye. oha kayda değer hiçbir şey düşünmediğimi düşündüm. bu kayda değer bir şey olabilir mi acaba? hani insanın kendi düşündüklerini düşünmesi? sorgulayıcı, yanıt arayan, özeleştirici bir bakış gibi?

yazamıyorum resmen. eskiden olsa direk vazgeçerdim ama artık uslandım. her zaman yapmak istediklerimi değil, arada bir yapmam gerekenleri de yapıyorum ama terazide yapmak istediklerim yine de ağır basıyor olsa gerek. bunu en azından eşitlemeli diye düşündüm bak.

neyse.
şimdi bi duş alıp mum ışığı eşliğinde kitap okuyacağım. (hayır romantik oluşundan değil; yatak odamda hala gece lambam yok!) yazınsal sanatların beni bitirdiğini düşünüyorum şu an. çok iyiymiş lan bu, twitter’ın düşünseli resmen. güzel bir 3rd party uygulama olsa da zihnimizdekileri okuyup update etse twitter'ı, ne enteresan olur, ne canlar yanar.

yarın yazarım artık otobiyografimi. (bu aslında böyle bir günde yazılabilen bir şey olmamalı di mi? hani yıllarını falan verenler var büyük adamların biyografileri için? gerçi onlar araştırmaya veriyorlardır heralde yıllarını, sırf yavaş yazdığı için her beş yılda bir biyografi yayımlayan araştırmacı yoktur heralde) çok tembel, kayda değer hiçbir şey yapmadan geçirdiğim bir gün oldu perşembe benim için, başladığı gibi bitirmekte fayda var. yarın bitirebilirsem bir kısmını buraya da yazarım, okur okur gülersiniz ibneler.

üff kim duş alıcak şimdi bi saat diye düşünüyorum tam şu anda.

üff ama cidden!

17 Mart 2010 Çarşamba

brand new day

şarkı vereyim madem size; joshua rodin söylüyor, brand new day.

some kind of magic
happens late at night
when the moon smiles down on me
and bathes me in it’s light

i fell asleep beneath you
in the tall blades of grass
when i woke the world was new
i never had to ask

it’s a brand new day
the sun is shinning
it’s a brand new day
for the first time
in such a long long time
i know
i’ll be ok

most kind of stories
save the best part for last
most stories have a hero who finds
you make your past your past
ya you make your past your past

it’s a brand new day
the sun is shinning
it’s a brand new day
for the first time
in such a long long time
i know
i’ll be ok

this cycle never ends
gotta fall in order to mend

and it’s a brand new day
it’s a brand new day
for the first time
inn such a long long time
i know
i’ll be ok


fizy.

15 Mart 2010 Pazartesi

mutlu yıllarla karışık tema değişikliği

dün (cumartesi) gece, ya da sabaha karşı, şu aşağıdaki postu attıktan sonra "ulan bir de temayı değiştireyim ne öyle siyah siyah manyak gibi" diye düşünmüş ve 2 yıldır kullandığım siyah temadan vazgeçmiştim.

kendisini an itibariyle biraz daha okunabilir, biraz daha sade oldu. iyi oldu gibi ama konu bu değil.

enteresan bir tesadüf eseri olarak,
ben şu dün geceki postu yazdığım sırada serbest salınım ikinci yaşını doldurmuş ve hatta üçüncüye basmış bile.

hem 100. post (bu da 101), hem tema değişikliği hem de geri dönüş kararını vermem blogun üçüncü yaş günü gecesine denk gelmiş anlayacağınız. ne güzel olmuş.

mutlu yıllar!

14 Mart 2010 Pazar

cumartesi eğlencesi niyetine

bir saniye.

siz sanıyorsunuz ki, ben metni bir varmış bir yokmuş üzerine kurup aşık edebiyatı yapmayı sevmiyorum, öyle put gibi takılayım, birbirinden ruhsuz yazılarla, önünüze ana yemek niyetine kötü şakalar sunayım; bayılıyorum.

bayılmıyorum!

bilakis; aslında şurada lafını edebilecek o kadar çoklarca şey varken, ayda bir kez uğrayıp ne var ne yok diye bakıyorum ya; içim içimi yiyor ve bittabi farkındayım ki; sadık okuyucu kitleme de büyük ayıp oluyor. (hakkaten sadıklar, çok enteresan)

tabii bu ayrılığın da, tıpkı geçmişteki ayrılıklarımız gibi birden fazla nedeni ve tonlarca bahanesi mevcut lakin artık bunlara ben bile inanmazken, tutup da "ulan ne çok işim var, inanır mısın şuraya üç satır yazacak vakti bulamıyorum. vaktisizlikten sıçamadığım oluyor yer yer" demek maymunluğun daniskası olur. haliyle bu kısmı daha fazla uzatmıyorum.

bu hafta rezalet seviyede yoğun geçti. toplantı odasından çıkamadığım, öğlen yemeği niyetine earl grey içtiğim günler oldu ama yılmadım, yıkılmadım ve haftasonuna zıplamayı başardım. bir yandan baharın yavaş yavaş muzur (muzur mu?) yüzünü gösteriyor oluşunun bünyemde yarattığı tarifsiz ve öte yandan da manasız pozitif enerji, diğer yandan haftasonu programları; o özlediğim haftasonunu yaşamama ramak kalmışken önce sezyum'un eşinin vefat haberiyle karşılaştım, sonra haftasonu programımdaki gecikme ve takiben iptallerle, son olarak da yarın istanbul'da cereyan edeceğini öğrendiğim hava muhalefetleriyle.

üst üste bu kadar götlük olunca, ne sokağa çıkasım kaldı, ne içki içesim. kırdım kıçımı, aldım kitabımı elime, evimde oturdum. çay demledim, şarkı söyledim. bi ara baktım ki sıkılıyor gibi oluyorum, hemen gitarı aldım elime, biraz da onunla oyalandım. tam her şeyi tüketip "şu sigara bitsin de uyuyayım" kıvamına gelmişken siz geldiniz aklıma, burayı dürtmeden uyuyayım istemedim.

yaşıyorum, keyfim yerinde.

hem de şu sıra, lost'un fena halde boka sarışının acısını house'dan çıkartıyor, tıpkı feridun düzağaç gibi ben de olanları birbirine bağlıyorum ama epeydir katiyen ağlamıyorum. (şayet dinlemediyseniz; yeni albümden mütemadiyen ağlıyorum'u şuradan dinleyebiliyorsunuz) yeni albüm 17'sinde geliyormuş diye duydum, doğru ise önümüzdeki şu güzide haftayı fd 7 albümünün varlığına armağan ediyorum.

anadolu rock'tan uzak, muazzam pazarlar diliyorum bir de,
mutfağın önünden geçiyorum,
yatak odama doğru ağır adımlarla ilerliyorum.

2 Mart 2010 Salı

house m.d.

house muhtemelen yeryüzündeki en muazzam dizilerden bir tanesi ve dr. gregory house da isa'dan bu yana yaratılmış en leziz dizi karakteridir.

bu böyle bilinsin.