29 Mart 2008 Cumartesi

into the wild

son iki üç aydır buğra ile ne zaman görüşsek (ki haftada en az üç gün birlikteyizdir) film izliyoruz. (film de izliyoruz diyelim) bazen klasikler, bazen yeni filmler ya da zaman zaman satın alıp bırakın izlemeyi, çöpünüze bile atmayacağınız filmler meşgul ediyor gündemimizi.

bu gece, yine çok şahane dostumuz olan burak (ki gerçek bir halk adamıdır) da katıldı film faslına. pis herifin şansına mıdır bilmiyorum; sürekli adını işittiğim, tez vakitte izlemek istediğim ve fakat bir türlü izleme fırsatı bulamadığım into the wild'ı izlemeye karar verdik.

film gerçek bir öyküden (christopher j mccandless'ın hayatı) alıntı. amerikalı bir kaşifin hayata ve ölüme karşı "keskin" ve asla "taviz vermeyen" duruşunu konu alıyor. yanılmıyorsam 3 saat civarında sürüyor ve izleyicilerini yormuyor. dingin, duru bir film, düzgün bir anlatım. bu anlamda into the wild gerek çekimleri, gerek yönetmenliği, gerek öyküsü; gerek ise müzikleriyle gönlümün en nadide köşesinde yer edinmeyi başardı. üstelik bununla da yetinmedi, "kesinlikle favorim" diyebileceğim ilk film de olmadan duramadı.

buğra ile sürekli yapmak istediğimiz seyahatleri andırmasıyla ya da şu leziz felsefemiz "raad ol" ile birebir örtüşmesinden midir bilmem; sapkınca bir gönül bağıyla bağlandım into the wild ve christopher j mccandless'a. o asla taviz vermeyen, kusursuz kişiliği de kıskandım açıkçası, yeri geldi bok attım. "o sakallarla boğulursun aslanım sen orda" bile dedim.

bir düşünsenize,
yanlış bulduğunuz, dahil olmak istemediğiniz, "dejenerasyon" dediğimiz o akıma kurban ettiğiniz her şeye, herkese karşı doğru dediğiniz ve yaşamak istediğiniz şeyleri yaşayabildiğiniz bir dünya yaratıyorsunuz.

o "yalan" dünyevi değerlerin çok ötesinde, aradığınız o huzurun tam kalbinde bir hayat kuruyorsunuz.

üstelik asla vazgeçmeden, yanlış bile olsa; sonuna kadar hiçbir fikirden taviz vermeden.

eh, ben o hep yapmak istediğim şeyleri yapmış bir adamın hayatını anlatan filme "hayatımın filmi" demezsem hangi filme derim?

mutlaka izlemenizi tavsiye ederim canlar. biraz olsun benim gibi düşünüyorsanız; asla pişman olmayacaksınız..

23 Mart 2008 Pazar

viva mexico cabrones!

aslında başlığın metinle pek alakası yok. sözlükte bulabildiğim yegane anlamlı ispanyolca cümle buydu. "yaşasın meksikalı pezevenkler" gibi bir anlamı varmış. olsun.

geçenlerde kadim dostum buğra ile tekila içerken fark ettik meksika kültürüne nasıl içten içe tutkun olduğumuzu. baharatlarına, içkilerine, müziklerine ve en önemlisi "raadlıklarına" (bu 'raad olma' felsefesi ile ilgili bilahare uzunca yazarım) hayranız bu adamların, düşündük ve kabul ettik. yalnız ben sonra ayrıca ve bireysel olarak şunu fark ettim, meksika kültürüne hayran olmayan insan sayısı genç parti'ye oy veren insan sayısına hemen hemen eşit.

yani olaya bak, adamlar nasıl yaşıyorlarsa, mensup olduğu millet farketmeksizin ülkeler dolusu insan meksika'ya hayran. (şarkı vardı dağlar kızı reyhan, reyhan, reyhan alem sana heyran, heyran, heyran diye) tekila mıdır sebebi, ya da warner bros cizgi filmleri mi bilemiyorum. bildiğim ve aslında nerden bildiğimi de bilmediğim tek bir şey var, bu adamların keyifleri yerinde arkadaş. yaşamayı biliyorlar. biz de en azından birer turist olarak tez vakitte ziyaret etmek, tekilanın köpeği olmadan da dönmek istemiyoruz.

desperado, tekila, baharat, kaktüsler.. (bilmiyorum ki başka, bilsem yazıcam)

viva mexico cabrones!

20 Mart 2008 Perşembe

do not disturb!

saymayı bırakalı kaç gün oldu bilmiyorum ama uzun zamandır sandalyede uyuyor, kapsül bifteklerle, yapay meyve sularıyla besleniyorum. (yok artık)

çok çalışıyorum..

ama yoruldum, iki gün izin verdim kendime. bursa'ya gidip hunharca dinlenmeyi planlıyorum. mümkünse ilişmeyin, ben iki gece kendi yatağımda uyuyup geleyim.

kalanlara kalabalıklarıyla, insan selleriyle ve acele işleriyle mutluluklar diliyor, koşarak uzaklaşıyorum.

17 Mart 2008 Pazartesi

bencilim, bencilsin, bencil..

hayatın içerisindeki hiçbir şeyin karşılıksız ve nedensiz olmadığını düşünüyorum. öyle ki zaman zaman sadece düşünmekle kalmıyor, aksini iddia edenlerle ciddi tartışmalara bile tutuşuyorum. (düşüncelerimi fanatizm boyutuna taşımak gibi kötü bir huyum var sanırım)

biraz acımasız gelebilir belki ama dilencilere para vermemizden tutun da, herhangi bir konuda manevi yardıma ihtiyaç duyanlara yardım etmemiz, sevgiliye çiçek böcek almamız bile en basit haliyle içimizi rahatlatmamıza yarıyor. dilencilere para veririz (ya da vermeyiz, kişisel tercihtir, çok ayrı) çünkü paramız olur, onun ise olmaz. karşı tarafın bu "yokluğu", "yokluktan" yoksun bir insanın suçluluk duyması için yeterli bir sebeptir.

dilencilere para veririz, çünkü paramız vardır ve parası olmayanlara karşı "mahçup" hissederiz. rahatlamaya ihtiyacımız vardır.

parayı geçelim. sevgililere çiçekler, böcekler, çikolatalar, hediyeler alırız. üstüne de "o mutlu olsun, mutlu hissetsin" diye yalandan bir not düşeriz. yalnız işin aslında "mutlu olmak" gibi bencilce bir sebebe dayandığını hiç düşünmeyiz. (buradan hareketle, "mutlu olmak" için karşı tarafı mutlu etmeye "incelik" denirken, yine "mutlu olmak" için karşı tarafı mutsuz etmeye bencillik denmesinin de ziyadesiyle saçma olduğunu belirtmek isterim)

bir tek dileğim var; mutlu ol yeter dileğinin aslında baştan aşağı -yalan ağır olur belki ama- yapmacık olduğunu nedense hiç aklımıza getirmeyiz. samimi değildir. (ne samimiyeti be, alenen yalan. yılan gibi sürünsün, perişan olsun isteriz de söyleyemeyiz, tırsarız)

sevgili demiştik, sevdiğimiz insanları genel olarak mutlu etmeye ve rahatlatmaya çalışırız. sebebi "sözde" onları düşünmemizdir. özde ise yine onların mutluluklarından haz almamızdan başka bir şey değildir.

ben bu ekmek / köfte hesabını yapmaya başladığım günden bu yana zaman zaman insanların neredeyse tamamının yapmacık ve samimiyetten uzak olduğunu düşünüyorum. düşünmek istemiyorum, ama engelleyemiyorum..

yani şey diycem,
gerçekler -ya da gerçeklerim- bu kadar acımasız olmak zorunda mı?
dünya üzerinde gerçekten "karşılıksız" tek bir şey bile yok mu?
rotary club, tegv, akut.. hepsi mi yalan ulan?

ha bi de,
hal böyleyken, "bencil" kelimesini hakaretten ziyade her insanın standart donanımında bulunan şahane bir "sıfat" olarak kabul etmenin ne sakıncası olur?

14 Mart 2008 Cuma

nedir?

her ne kadar yıllardır doğru dürüst blog yazmıyor olsam da özümde blog kültürü kuvvetli, şahane bir insanımdır.

neyse.
hep aklımdaydı serbest, rahat, halka açık ve sonuna kadar zevzek bir blog oluşturmak ama gerek vakitsizlik, gerek ise tembellik gibi süper sebeplerim de vardı "boşver sonra bakarım" demek için.

nedense bu akşam dünden ya da önceki günden farksız bir iş yoğunluğu içinde gaza gelip inceden başlamak istedim.

kod adına da "gecekondu" dedim (yalan, şimdi uydurdum) saatten kelli.

hoşgeldin!